Yılmaz Güney'in Adana'dan İstanbul'a gidişini anlatan mektup
Onlar Yılmaz Güney’den sahte umut örneği çıkarmaya çalışırken o emekçilere yaşamda sahte umutlara yer olmadığını göstermeye çalışıyordu.
Aydın Tan/Evrensel Gazetesi
Yılmaz Güney bir mektubunda İstanbul’a gelişini şöyle anlatmaktadır:
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u aldığı zaman yirmi bir yaşındaydı. Ben de yirmi yaşında geldim İstanbul’a ve Tünel’de bir pansiyon odasını zapt ettim, günlüğü dört liraya ve ‘Merhaba İstanbul şehri, hemen teslim ol, beni uğraştırma lütfen’ dedim. Dinlemedi. Pansiyon sahibi, yaşlı bir madamdı. Bana sordu:
“Niye geldin İstanbul’a?”
“İstanbul’u zapta geldim madam” dedim.
Güldü. Oysa ben ne kadar ciddiydim. Atım ve kılıcım olmadığı için inanmadı kimse.
Yılmaz Güney, bunları söylerken “Yürü; hâlâ ne diye oyunda, oynaştasın? / Fâtih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın!” diyen Arif Nihat Asya’nın Fetih Marşı’nın etkisinde miydi bilmiyoruz ama Yılmaz Güney bu konuda ciddidir. Bu sözlerinin imgesel anlatımını At Hırsızı Banuş filminde görürüz. Bu filmde Yılmaz Güney, gün doğarken beyaz bir at sırtında, dörtnala Taksim Meydanı’na girer. Filmin senaryosunda çalışan Aydın Engin senaryoda böyle bir sahne olmadığını anlatır. Sahne Yılmaz Güney tarafından eklenmiştir. Bu sahnenin çekilmesi konusunda da Yılmaz Güney ısrarcı olmuştur.
İstanbul kolay teslim olan bir şehir değildir. Hatta tam fethettiğini düşündüğün zamanda seni teslim alır. İstanbul egemen sınıfın ve onun dünyasının başkentidir. Bu dünyaya dışarıdan kimseyi kolay kabul etmez. Sinema bu ilişkilerin sahnesi olmalıdır. Dönem açısından baktığımızda İstanbul’a sefere çıkan arkasına Adana’yı almalıdır. Yılmaz Güney kendini göstermeye başladığı andan itibaren Adana dağıtımcıları Yılmaz Güney filmi isterler. Yılmaz Güney filmleri iyi iş yaptıktan sonra bile İstanbul’un özellikle merkezi salonları bu filmlere yer vermemek için direnirler. Onların oturmuş bir seyircisi, onun izlemekten zevk aldığı film konuları ve bu ihtiyacı hem yaratan hem de karşılayan film firmaları vardır. Yılmaz Güney bu sinema anlayışına savaş açmıştır. Bunun için bütün bir Anadolu’nun desteğine ihtiyacı vardır. ‘İkisi de Cesurdu’ filminin galası için gittiği İzmir’de şunları söyler: “Hayatımızı anlatacağım filmlerde. Bir şeye ihtiyacım var. Yani İstanbul’da Anadolulu olduğum için horluyorlar. Bana sahip çıkın.” Anadolu kendinden olanı hemen anladı ve ona sahip çıktı. İstanbul’u kuşatan artık surlar değil emekçi semtleriydi. Egemenler buradan gelen baskıya daha fazla dayanamadı. Sonuçta Yılmaz Güney savaşı kazandı. Sistemin bütün nimetleri ayağına serilmişti. Sistem ondan bir popüler ikonu yaratmayı düşlüyordu. Böylece halka, sizin içinizden biri de bizim yanımıza çıkabilir mesajı verecekti. Kapitalizm fırsatlar sistemi değil miydi? Oysa Yılmaz Güney bu dönemde onların şablonuna uymuyordu. Bilinci zenginlerin arabalarının lastiklerini patlatan delikanlıyı aşmıyordu henüz. Ama at sırtında Taksim’e girerek ilkel bir protesto bilinciyle egemen sınıfa meydan okuyordu. Daha önce yüzüne bakmayanlar büyük paralarla onu teslim almaya çalışmışlardır. Yılmaz Güney, önce tepkiyle; bilinci derinleştikçe bilinçle onlara direndi, hiç teslim olmadı. İstanbul sosyetesi diye tarif edilen egemen sınıflar bunun bedelini ona ağır ödettiler.
DOĞRUL KOÇUM DOĞRUL
Şu dağın ardında bir koç yatar
Dumanlı dağlar da koçuma bakar.
Kimler demiş düşman bize yan bakar
Doğrul koçum doğrul dosta gidelim.
Erdem Buri
’68 fırtınasının rüzgarı bilincini derinleştirdi. Onlar ondan sahte bir umut örneği çıkarmaya çalışırken o emekçilere yaşamda sahte umutlara yer olmadığını göstermeye çalışıyordu. Onlar onu cumhurbaşkanının, kuvvet komutanlarının katıldığı basın balosuna çağırdı. O hem baloya gitti hem de aynı gün Ankara’da genç devrimcilerle buluştu. Yılmaz Güney budur, saraylarda ağırlanırken onun kalbi kulübelerdedir.
Artık Yılmaz Güney büyük bir dönüşüm yaşamaktadır. Sinemada istediği filmleri yapabilme imkanlarına kavuşmuştur. Yaşayarak edindiği toplumsal görüşler ’68 rüzgarıyla derlenip toparlanmaktadır. Özel hayatına bir düzen gelmiştir. Ancak 12 Mart faşist darbesi ile her şey altüst olacaktır. Cezaevi süreci onu daha da olgunlaştırır. Artık halkın yaşantısına kamera tutmak yetmez onun bilinçli bir sözcüsü olma sorumluluğuyla hareket etmeye yönelir.
İstanbul’u fethetmeye çıkanlar çoğunlukla ona teslim olmuşlardır. İstanbul’un temsil ettiği egemenlik değerlerinin bir parçası olmak onu fethetmek değildir. Fatih Sultan Mehmet bile surların kapısı açıldığında Doğu Roma imparatoru olmuştur. Oysa İstanbul ancak eteklerinde onu kuşatan emekçi sınıfların elinde yeni değerlerin simgesi haline gelebilir. Yılmaz Güney’in dönüşümü bunun farkına varma sürecidir. Ama burjuvazi de bütün nimetlerini ayağına serdiği bir kişinin bunları elinin tersiyle geri çevirmesini hiç affetmeyecektir. Yılmaz Güney’e dinmeyen öfkenin temelinde bu yatar. Şan, şöhret ve para için bütün insani değerlerden soyunanların ona öfkesi bitmedi ama halkın sevgisi de bitmedi.
Kara bir perde çekilip alkışlarının üstüne
Sevgi geçitlerin kapatılıyor
Bir var ki
Daha yıkılmadı sevginin adaleti
Seni seviyoruz.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.