Yetenek, Liyakat ve Burjuva Toplumu
Türkiye günlerce bir moto-kuryenin piyano başında sergilediği performansı konuştu. Memleketin ünlü piyanistleri durumdan vazife çıkartarak konserlerine davet etti. Eğitimi için ellerinden geleni yapacaklarını söylediler. Haberimiz yok ama mutlaka hayırsever burjuvalarımızdan eğitim masraflarını üstlenecek, çalışması için gerekli piyanoyu temin edecek, ailesinin de rahat etmesi için gerekli imkanları sağlayacak birileri de çıkacaktır. Böylelikle tümüyle bencilliğe, egoizme batmış toplumsal hayatımızın günahlarının üstü de bir süreliğine örtülmüş olacak.
Burjuva toplumsallığının ara sıra bu türden yetenek keşiflerine ihtiyacı vardır çünkü. Kendi temel ilkesiyle yüzleşmemek için bu tür yetenekleri açığa çıkartmak, körelmelerine engel olmak ve isterlerse kör talihlerini yenebilecekleri havasını yaymak zorundadır. Çünkü burjuva toplumu meşruiyetini bireysel başarılar üzerinden kurgular. Hırslıysanız, becerikliyseniz, yetenekleriniz var ise birgün mutlaka değeri bilinecek ve ödüllendirileceksiniz. Soylu, aristokrat toplumların katı hiyerarşisinin aksine en azından hukuki süjeler olarak birbirine eşit ve eşdeğer kabul edilen burjuva toplumundaki bireylerin yükselmesi önünde kendilerinin dışında yapısal engeller bulunmadığı algısı yaratılır.
Burjuva toplumunun kuruluşu bu tür bireylerin başarılarının öyküleriyle doludur. Romandaki büyük gerçekçilik akımı bu bireylerin yükselişini anlatır. Toplumun kenarındaki, taşrasındaki sıradan bireyler kapitalizmin çatlaklarından sızarak merkezine doğru yürürler ve en sonunda merkezi fethederler. Bu yürüyüşün sonuç verebilmesi için hırs denilen tutkunun özel bir biçimi olmazsa olmazdır. Hırsta yeterli değildir tek başına. Sonuç alabilmek için güçlü bir egoizmde şarttır. Stendhal’in Kızıl ile Kara’sındaki Julien Sorel bunun en tipik örneğidir. Burjuva birey kamu sahasında yükselebilmek için içindeki sesi bastırmak orayı tümüyle kamudan gelen seslere açmak ve gelen çağrılarla doldurmak zorundadır. Burjuva kamusu bireyin kendi içindeki gerçek sesini bastırır ve köreltir. Artık burjuva ben’ine sahip bireye dönüşmüş insan için talih kuşunun konacağı gün iple çekilir.
Halbuki her insanın içinde bir cevher saklıdır. Toplumsal yabancılaşma bireylerin içindeki bu cevherin açığa çıkartılmasına izin vermez. Yabancılaşma kişinin kendi potansiyellerini keşfetmesinin önündeki en büyük engeldir. Türüne, cinsine ve ürettiği ürüne yabancılaşan insan bu çok katlı yabancılaşmanın sonucunda bizzat kendisine de yabancılaşır. Kendine yabancılaşan insan özünden uzaklaşır, tözünün uzağına düşer. Neye eğilimi olduğunu, hangi yeteneklerinin bulunduğunu, bunları nasıl işlemesi gerektiğini bilemeden hayatını tüketir. Bu yüzden Marx komünizmi asla üretici güçlerin tek yanlı gelişimi ile sınırlamıyordu. Üretici güçlerin gelişimi insanın kıtlığı yenmesi, kıtlık tehlikesinden uzaklaşması için zorunluydu. Ama her şeyden daha çok insanın sınırsız gelişimi için gerekli olan çalışmadan kurtulması için gerekliydi.
Zenginliğin toplum tarafından yönetildiği ve dağıtıldığı komünizmde çalışma bir zorunluluk değil keyif veren bir hale bürünecekti. İnsanlar mecburiyetten değil tıpkı oyun gibi bir araya gelmek, zevk almak ve hazzı çoğaltmak için çalışacaklardı. Marx bir yerde sabah çalışan, öğleden sonra balık tutan ve akşamda edebiyat eleştirisi yapan çok yönlü insan örneğini bu nedenle vermişti. Tutkular, arzular saldırgan özelliklerinden arınacak, bencillikten kurtulacak ve insan hem doğa hem türü hem de ürettikleri ile bütünleşecekti. İşte o vakit yeteneği ne ise onu sonuna kadar geliştirebilecekti.
Milyarlarca insan kapitalizmin hükümranlığı altında yeteneklerini köreltiyor, heba ediyor. Medyanın, reklam dünyasının, tüketim toplumun önüne koyduğu yetenekler karşısında kendini aşağılanmış, beceriksiz ve zavallı biri gibi hissediyor. Bunun tüm suçunun, günahının kendine ait olduğuna inandırılıyor. Bu kategorideki insanları Tanrı tarafından bu tür yeteneklerle donatılmış varlıklar kabul ederek durumu doğallaştırıyor. Burdan çıkardığı sonuçlarla kişiliğini örselemeye, hırpalamaya ve nihayetinde işi kendini değersizleştirmeye kadar vardırıyor. Bu tür alışkanlıklar toplumda oluşan hiyerarşilere dokunulmazlık veriyor. Herkesin eşit ve eşdeğer sayıldığı soyutlukla yola çıkan burjuva düşüncesi en sonunda sosyal darvinizme yani en güçlünün, en yeteneklinin, en başarılının ayakta kalması gerektiği yere demir attı.
Erdoğan rejiminden çıkış için muhalefetin toplumun önüne kayduğu proğram bile en yükseğe liyakati yani ehliyeti yani yeteneği koyuyor. Milyonların yeteneksizliği veri sayılıp toplumu yönetmeye liyakat sahiplerinin hakkı olduğu ifade ediliyor. Yani kleptokrasiden meritokrasiye geçileceği vaat ediliyor. Orhan Koçak haftalık birikim’de bu anlayışı sorgulayan değerli bir yazı kaleme almıştı. Koçak yazının bir yerinde ‘ Meritokrasi Tuzağı ‘ (2019) kitabının yazarı Daniel Markovits’den bir alıntı aktarır: “ On sekiz yaşına geldiğinde zengin bir çocuğun konuşmaya/hitap edilmeye, kitap oku(n)maya, kültürel faaliyetlere katılmaya, müze görmeye, spor eğitimi almaya vs. ayrılmış zamanı, yoksul bir çocuktan beş bin saat fazla olacaktır... Orta sınıf çocuklar ise on sekizine geldiklerinde televizyon izlemeye veya video oyunları oynamaya ayrılmış zamanları zengin çocuklardan beş bin saat fazla olacaktır. “
Çok imrendiğimiz, özendiğimiz, muhalefetin toplumsal programının en önüne koyduğu meritokrasinin bize sunacağı gelecek böyle olacak. Daha zenginlerin yetenekliler havuzunda çoğunluğu oluşturacağı geri kalanında ya onlara imreneceği ya da fesat ve hınç biriktireceği bir gelecek. Asla herkesin potansiyellerini istediği gibi harekete geçirebileceği gerçek bir eşitlik hali olmayacak. Yazıyı Henrı Lefevbre’den bir alıntıyla bitireyim: “ Yaşamın anlamı, insanın potansiyellerinin tam anlamıyla gelişmesinde yatar. Bu olanağı sınırlayan ve felç eden şey, doğa değil, toplumsal ilişkilerin sınıfsal karakteri, çelişkili karakteridir. “