Yerleşme Düzenimiz Üzerine Musahabeler (4)
60’lardan 80’lere kadar olan birikim modeli ithal ikamecilikti. Sanayi sermayesi yüksek gümrük duvarları ile korunuyordu. Tarımda mekanizasyonun artışı iç göçü hızlandırmıştı ve bu durum sanayi sermayesinin işgücü ihtiyacını rahatlatıp kolaylaştırıyordu. Yedek bir sanayi ordusunun varlığı çalışan sınıfları disipline etmenin en etkili aracıydı. Sanayi sermayesi montaj sanayiinde uzmanlaşmıştı. Dayanıklı tüketim malarının montajına dayalı sanayileşme ile çalışanlar aynı zamanda üretilen emtiaların tüketicisi oluyordu. İşçi sınıfının kamuda ve özel sektördeki örgütlü unsurları toplu pazarlık masasında devlete ve sermayeye kök söktürüyordu. Sanayi burjuvazisi bir noktaya kadar bundan rahatsız değildi. Çünkü göreli yüksek maaşlar sayesinde talep sıkıntısı çekmiyordu. Keynezyen bir uzlaşma olarak değerlendirilen süreç sınıfın atak tutumu ile aslında pamuk ipliğine bağlıydı.
Sanayiin iç göçün tamamını massetme kapasitesi yoktu. Kentler ciddi bir nüfus fazlasıyla doluydu. Bunların önemli bir bölümü informel sektörde çalışıyordu. Kuralsız, kayıtsız, boyutları formel ekonomiyi aşan paralel bir ekonomi oluşmuştu. Bir kısmı hizmet sektöründe istihdam edilirken önemli bir bölümü de işportacılık, küçük esnaflık vs gibi alanlara yığılmıştı. Devlet ve sermaye kentleşme sürecinin izleyicisiydi. Yeni gelenlerin barınma ihtiyaçlarının karşılanması konusunda her hangi bir sorumluluk almamışlardı. Toprak rantı daha henüz büyük sermayenin iştahını kabartmıyordu.
Kentlere gelen işgücünün yeniden üretimi kendi haline bırakılmıştı. Erken sanayileşme evrelerinin hiçbirinde kapitalizm böyle bir sorumluluğa yanaşmamıştı. Batı’da ancak emperyalizm aşamasında işçi sınıflarının barınma sorunları hem sermayenin hem de devletin ilgisini çekmişti. Engels’in ilk çalışması ‘ İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu ‘ serbest rekabet döneminin kentleşme eğilimlerini kusursuz biçimde tasvir ederken 1870’li ve sonraki yıllarda yazdığı yazıların bir derlemesi olan ‘ Konut Sorunu ‘ isimli çalışma emperyalizm aşamasını konu edinir. Bu dönemde dahi barınma sorunu esas olarak küçük burjuvaların ilgisini çekmektedir.
60’lı yıllar planlı yıllar olmasına rağmen devlet barınma sorununa el atmamıştı. Devlet birikim rejimini güvenceye almakla meşguldü. Sanayi burjuvazisi ise dış rekabet basıncının olmadığı bir ekonomide kaliteye değil niceliğe önem veriyordu. Amaç hızlı bir biçimde sermaye biriktirip elverişli koşullardan azami düzeyde istifade etmekti. Kentleşmeye getirilen çözüm böylesi özgün dinamiklerin bir mahsülü olarak ortaya çıktı. Tarihsel bir ittifaktan söz edebiliriz. Devlet, sermaye, küçük burjuvazi ve halk sınıflarına dayalı bir çözümdü. İç göçle gelen halk sınıfları kentlerin çevresindeki bakir kamu arazilerini mesken tutuyordu. Birgünde mahalleler kuruluyordu. Abarttığımız söylenebilir ama derdimiz sürecin ne kadar hızlı yaşandığını anlatmak. Osmanlı’dan miras kamu arazisi stoğu iç göçle gelen halk sınıfları için kente adım atılan ilk yerdi. Hemşeri dayanışması ile kondular çok kısa sürede inşa ediliyordu.
Kente gelenler için tutunmanın ilk yolu geldikleri yerden tanıdıklar bulmak, ilk ürkekliği bu sayede atlatmak ve sonrasında ise bir kamu arazisini çevirerek oraya yerleşmekti. Bu şekilde kentlerin etrafında pıtrak gibi yeni kondular yeni mahalleler oluşmaya başlamıştı. Bir çift öküzün süreceği toprağı köylüye veren devlet şimdi de elindeki arazi stoğunu kuralsız, düzensiz biçimde de facto gelenlere açıyordu. Toprak sahibi bir aristokratik zümrenin kentlerdeki toprak rantı üzerinde egemenliğinin olmaması sürece özgünlüğünü kazandırıyordu. Engels ‘ Konut Sorunu’ nda Londra’nın üzerine yerleştiği arazinin tamamının birkaç aileye ait olduğu bilgisini verir. Bu nedenle der Londra’da mülk sahipliği birkaç ailenin elinde toplanmıştır. Almanya’da ise tam tersi bir durumun olduğunu ve geç sanayileşmenin kentleşmeyi belirlediğini söyler. Her aile özel bir konuta ve küçük bir bahçeye sahip olmak ister. Bu da küçük burjuva çözümleri gündeme getirir.
İlk gelenler boş arazilere yerleştiler. Alt yapı yoktu, belediye hizmetlerinden yararlanmıyor, kentle bütünleşemiyorlardı. Çok partili siyaset önceki yazılarda bahsettiğimiz gibi her bir oyu kıymetli hale getirmişti. Siyasetin oya ihtiyacı ile gelenlerin seçmen olarak sahip oldukları güç biraraya geldiğinde karşılıklı bir ittifak ortaya çıkıyordu. Bu topraklara özgü popülizmin en önemli veçhelerinden biride buydu. Gelenler hemşeri dernekleri etrafında örgütlenip güçlerini birleştiriyor ve siyasetçiler ile pazarlığa oturuyordu. Bu ittifakın görünmeyen diğer ortakları ise yukarıda bahsettiğimiz gibi devlet ile büyük sermayeydi. Onlar sorumluluk almayarak yeniden üretim süreçlerinin yükünden kurtulmuş oluyordu.
Kent merkezlerindeki barınma sorununa bulunan çözüm ise yapsatçılıktı. Orta ve alt sınıfların kent merkezindeki arsaları ise kurnaz müteahhitler aracılığıyla değerlendiriliyordu. Türkiye de bu sürece vatandaş yapsatçılık diyordu. Denetimin, kontrolün olmadığı bu süreçte arsa sahibi ile müteahhit kat karşılığı anlaşıyor ve iki tarafında memnun olduğu bir sonuç ortaya çıkıyordu. Müteahhitler biraz palazlanırken toprağı değerlenen arsa sahibi ise sınıf atlıyordu. Bu süreç yine de sermaye birikiminin katalizörü değildi. ‘İnşaat ya Resulullah demeye’ daha çok vardı. Neredeyse herkesi içine alan bu süreç tüm taraflar arasında zımni mutabakatlar üretmişti. Siyaset, belediyeler ve orta sınıflar ve yeni gelenler sürecin parçası olmuşlardı.
Tam bir düzensizliğin hakim olduğu bu süreçte kentler geçmişten gelen özgün özelliklerini kaybettiler. Planlar sık sık değişiyor, kentlere yapılan makro müdahaleler kentlerin özgün dokusunu bozuyordu. 50’li yıllarda köylerin fatihi kabul edilen Menderes İstanbul’a da bir conguistador gibi girmişti. Büyük bulvarlar açmak için tarihi yarımadanın dokusuyla oynamıştı. Muhafazakar siyaset tarihi kente en büyük müdaheleyi yapmıştı. Boğaziçi’de bundan payını almış ve sahil yolu trafiğe açılmıştı. Barınma soruna karışmayan devlet kent ölçeğine yaptığı öngörüsüz müdahalelerle kenti tam bir keşmekeşe dönüştürmüştü. Bu model 80’lere kadar geldi. 24 Ocak kararları ile ithal ikamecilik rafa kaldırıldı. Yeni birikim rejimine geçiş için demir bir yumruğa ihtiyaç vardı. Askeri faşizm sermaye adına kestaneleri közden alma işini üstlendi ve halk sınıflarının üzerinden bir silindir gibi geçti.