Yerleşme Düzenimiz Üzerine Musahabeler (2)
Göçebelik üzerine konuşmaya devam edelim. Bunun için kuşkusuz en büyük mimarlık tarihçimiz olan Doğan Kuban’dan yardım alalım. Hocayla yapılmış enfes bir söyleşi kitabı var. Kitabın başlığı hocaya da çok uygun: ‘ bir rönesans insanı ‘. Hoca böyle bir insan. Her öncü gibi dünyaya erken geldiğini söylüyor. Öncülerin kaderidir bu: dünyaya erken gelmek, geldiği yerin tenhalığı ve işin başa düşmesi sonucu herşeye koşturmak. Da Vinci’de, Machiavelli’de böyleydi. Yoğun bir rönesans kültürü terbiyesinden geçmiş Kuban hoca içinde geçerli bu söylenenler.
Kuban hoca Türkleri göçer toplumların modeli olarak gösteriyor. Sıkı tarih bilgisiyle Cengiz’in ordusunun yarısının Türklerden oluştuğunu söylüyor. Avrasya steplerinin göçer tipi hocaya göre Türkler. Oğuzlar, Selçuklar, Babürler, Tatarlar Türkçe konuşan toplumlardı. Hoca aynı zamanda Türklük ile Türkçe arasında net bir ayrım çiziyor. Türkçenin etkinlik alanı ve yayılma gücü Türklüğün sahasından daha geniş olmuştur diyor. Göçerle yerleşik arasındaki simbiyozu dünya tarihinin en büyük olayları arasında sayıyor. Hocanın önemli savlarından birini ‘ göçer mantalitesi egemen sınıfların mantalitesi olduğu için toplum yaşamını baştan etkiliyor ‘ iddiası oluşturuyor. Bu yazı için kıymetli olanda bu iddia ve göçerliğin izlerinin en fazla egemen sınıflarca temsil edilmesi.
Göçerliğin bir yönü yıkıcılık, talan ve ‘taş üstünde taş bırakmamak’ ise diğer yönü kendinde olmayan her şeyi başkalarından almak, kopyalamaktır. Hoca göçerliğin bu ilk yönünün üzerinde çok durmamayı tercih ediyor. Daha çok onun almak yönündeki özelliğine vurgu yapıyor. Göçer Türkler tarih boyunca yerleşiklerden çok şey aldı. Devlet yönetme birikimlerini Sasanilerden, Bizanslılardan; dinlerini Araplardan, İranilerden; yemek zevklerini Rumlardan, Ermenilerden; müziklerini Bizanstan; şiir ve edebiyatı önemli ölçüde Farisilerden öğrendiler. Almak, öğrenmek tarihsel bir eksiklik değil bizatihi erdem.
Hocanın görüşleri çok da orjinal değil. Göçebe barbar-şehirli medeni ilişkisini ilk formüle eden kişi İbni Haldun. İbni Haldun genel olarak sosyal bilimlerinde kurucusu kabul edilir. Tarih, sosyoloji ve coğrafya gibi bir dizi bilimin kurucusu sayılır. Batı tarihçiliğinin kurucusu kabul edilen İtalyan Giambatista Vico’nun ondan çok şey öğrendiği anlatılır. Yine Montesquieu üzerindeki etkisi de yadsınamaz. Osmanlı tarihçiliği Haldun’u yüzeysel değerlendirmiştir. İmparatorluğun çöküşüne kaderci bir açıklama yapabilmek için bakıp geçmiştir. Halbuki Haldun Kıvılvımlı’nın antika dediği modern öncesi tarihin ipuçlarını önümüze serer. Bizde onu en ciddiye alanda bu yüzden Kıvılcımlı olmuştur.
Kıvılcımlı’da tarih vahşilik ve barbarlık aşamalarından geçerek sınıflı topluma varır. Sınıflı toplum tarım devrimini yapmış, vahşi hayvanları evcilleştirmiş, avcılık ve toplayıcılıktan yerleşik yaşama geçmiştir. Barbarlık modern telakkinin yaptığı gibi saldırganlık, acımasızlıktan ibaret değildir. Barbar komünal yaşamın taşıyıcısıdır. Kardaşlık, paylaşma ve diğergamlık temel ilkelerdir. Tarih itilimini atalete kapılmış medeniye yapılmış barbar aşısından alır. Medeni uygarlık dediği şeyi karşılıksız köle emeği üzerine bina etmiştir. Kıvılcımlı uygarlığa baktığı her yerde vahşetin izlerini arar. Benjamin ile bu konuda ortaklaşır. İlerleme denilen şey enkazdan, yıkımdan başka birşey değildir.
Göçebeliğe bir töz atfetmek yanıltıcıdır. Hem Kuban hocada hem Kıvılcımlı’da bunun izlerine rastlanır. Kuban ulusalcı bir tarih okumasının içinden konuşur. Göçebeliği Türklerle özdeşleştirerek milliyetçi bir tarih okuması yapar. Kuşkusuz Türkler göçebe kavimlerin en önemlilerindendi. Germenler, Normanlar ve Franklarda öyleydi. Roma’nın yıkımını bu barbar kavimleri gerçekleştirmişti. Türklerde hem birçok devlet kurmuş hem de bir dizi devletin askeri gücünü oluşturmuştu. Yöneticilik, bürokrasi konusunda da deneyimliydiler. Bu tarihsel özelliklerini antik imparatorluk mirasıyla harmanlamasınıda iyi bildiler. Benzer bir tözcülüğe Kıvılcımlı’da düşer. Barbarlığın modern tarihin kovuklarında olsa da yaşadığını söylemek önemlidir, ama bu tarih tezinden dolaysız bir devrim stratejisi türetmek yanıltıcıdır.
Osmanlı’nın göçebe dinamiği Fatih ile birlikte tamamlanmıştır. Fatih İstanbul’u yeni roma osmanlıyı üçüncü roma yapmak istiyordu. Göçebe dinamiği fethin tamamlanmasıyla Çandarlı şahsında tasfiye edilmişti. Kardeş katlinin kabulü ile devletin soyut varlığı tescillenmişti. Kandaşlık’ilblik ve gaza gibi kuruluşun değerleri yerini soyut devletin şahsında bir tarım imparatorluğunu ayakta tutmaya bırakmıştı. Fatih’le başlayan ve 16.yüzyılın sonlarına kadar yaşayan dönem İnalcık Hoca’ya göre Osmanlı’nın klasik çağıdır. Osmanlı bu dönemde bir medeniyet inşa etmiştir. Saray etrafında bir yaşam adabı, estetiği ve değerleri yaratmıştır. Bunun mekana nasıl yansıdığına sonraki yazıda bakalım.