Yeni Irkçılık - Yeni Faşizm
Faşizm kavramının gelişigüzel kullanılmasına karşıyız. Ama en nihayetinde nur topu gibi bir yeni faşizmimiz doğuyor. Herkesin farkında olduğu, ancak kimsenin kitabın ortasından konuşup meselenin vahim yanını ifşa edemediği işi yeni faşizmin mümtaz temsilciliğine soyunan Ümit Özdağ yaptı. Bir önceki yazıda üzerinde durduğumuz gibi faşizm tam da böyle bir şeydir. Merkez siyasetin geçiştirdiği, üzerinde durmadığı, kenara ittiği meseleleri sansasyonel biçimde gündeme getirir. Söyledikleri aslında merkez siyasetin dilinin altında geveleyip de söyleyemedikleridir. Sansasyona, skandala düşkün olan faşizm müdanasız konuşur. Daha yeni kurulmuş bir partinin genel başkanı olarak Özdağ şimdi tüm siyaset alanını hallaç pamuğu gibi atıp gündemi belirliyor. Olan bitenin adını doğru koyalım; Türkiye’nin ciddi bir göçmen, sığınmacı sorunu bulunmakla birlikte Özdağ’ın meseleye yaklaşımı dünyada da örneklerine çok sık rastlanan yeni ırkçılıktan güçlü izler taşımaktadır.
Bugün aynı zamanda Kızıl Ordu’nun faşizmi yendiği tarih. Eğer Kızıl Ordu yenilmiş olsaydı Naziler bir dünya imparatorluğu kurmuş olacaklardı. İkinci dünya savaşından sonra faşizm lanetli bir sözcük haline geldi. Birisine faşist demek açıkça o kişiyi aşağılamak anlamına geliyordu. Bu nedenle faşist olanlar dahi faşist olarak anılmaktan rahatsız olurlardı. Savaş sonrası oluşan konsensüs her yerde faşist partilerin kurulmasını ve faşizmin propagandasının yapılmasını yasakladı. Bu durum soğuk savaşa rağmen böyleydi. Liberal kapitalist düzen komünizme savaş açmış olsa da faşizmi yenilgiye uğratmanın prestiji komünistlere aitti. Çünkü faşizme karşı mücadelenin liderliğini liberal kapitalist ülkelerde de komünistler yapmıştı.
Savaş öncesi faşizmin en temel özelliği biyolojik ırkçılıktı. 19.yüzyılın sonlarına doğru kapitalizmin emperyalizm aşamasıyla birlikte ırkçı fikirlerde yaygınlık kazanmaya başladı. Gündeme gelen ırkçılık seküler bir ırkçılıktı. Sömürgecilik Batı’yı kendi dışındaki halklarla tanıştırmıştı ve Batı’nın bunu meşrulaştırabilmesi için yeni fikirlere ihtiyacı vardı. Irkçılık Batı’ya bu malzemeyi bolca verdi. Irklar arasında bir hiyerarşi vardı ve beyaz ırk en üstte bulunuyordu. Sarışınlar, melezler ve en son kara derililer olarak sıralama devam ediyordu. Antropoloji tarihin ve siyasetin hizmetine girmişti. İnsan türü antropoloji aracılığıyla ölçümlere, tasniflere tabi tutuluyordu. Biyolojik ırkçılık, ırkın saflığı peşindeydi. Nüfus ve beden politikaları ırkın saflığını korumaya hizmet ediyordu. Vatandaşlık politikalarında ırk ölçü alınıyordu. Irkçılık aynı anda hem liberalleri hem de sosyalistleri düşman görüyordu. Liberalleri sözleşmeci yurttaşlığı savundukları ve topluluk düşüncesine karşı çıktıkları için eleştirirken sosyalizmi de ırk, millet gibi mefhumları önemsemeyip işçi sınıfının uluslararası birliğini savunmaları nedeniyle düşman görüyordu.
Irkçılık Nazizm ile zirveye ulaştı. Germenler en üstün ırk ilan edilirken Yahudiler de en aşağı ırk derekesine indirildi. Irkçılık Naziler aracılıyla devletin temel politikası haline getirildi. Irkın saflığını sağlayabilmek için bir Nazi bilimi dahi icat edildi. Alman olmayanlar önce bürokrasiden sonrasında ise tüm kamu yaşamından uzaklaştırıldı. Saygın meslekleri yapmaları Alman olmayanlara yasaklandı. Yalnız Yahudiler değil Çingenlerde vatanları olmadığından dolayı büyük zulme uğradı.
Faşizmin ikinci savaştaki yenilgisi biyolojik ırkçılığı yerin altına itti. Irkçılık resmen yasaklandı ve cezai koğuşturmanın konusu oldu. Siyasal alanda yenilgiye uğrayan ırkçılık kültürel alana sığındı. Kültürel ırkçılık biyolojik ırkçılıktan daha sinsi ve kendini gizleme özelliğine sahipti. Irkçı partiler açıkça ırkçılık yapmadıkları yerlerde kültürü tözleştirip daha geniş çevrelere seslenmenin fırsatını da yakaladılar.
Sömürgelerin bağımsızlıklarını edinmeleri, kapitalizmin içine girdiği genişleme evresi güneyde yaşayan halkların yoğun biçimde kuzeye doğru gelmelerine yol açtı. Yüzyıllara dayanan sömürgeci miras nedeniyle bağımsızlılarını kazanan uluslar ile eski sömürgeci ülkeler arasındaki ilişki zaten hiç kesintiye uğramamıştı. Sömürge elitleri eğitim hayatlarını sömürgeci ülkede tamamlıyordu. Sömürgeci ülkenin ihtiyaç duyduğu emek ordusunun bir kısmı sömürgelerden sağlanıyordu. Sömürgeci ülkenin kültürü baskın kültür olduğundan dolayı sömürge ülkenin elitleri de bu kültürün etkisi altında kalıyordu. Bağımsızlığın edinilmiş olması ise bu tür ilişkilerin sonlanması anlamına gelmiyordu. İngiltere’ye nasıl eski sömürgeleri Hindistan ve Pakistan’dan yoğun bir nüfus akışı oluyor idi ise Fransa’ya da Cezayir’den, Lübnan’dan, Tunus’tan ve hatta Hindi Çin’den dahi yaşamak, eğitim ve çalışmak için gelenler oluyordu.
Kapitalizmin yoğun işgücüne ihtiyaç duyulan genişleme evresinde işçi sınıfının da bir parçasını oluşturan bu insanların ırkı, ulusal özellikleri çok sorun teşkil etmedi. Bu durumdan rahatsız olanlar sayıca marjinal kalıyordu. Göçmen işçiler işçi sınıfının bir bileşeni kabul ediliyordu. Çoğunluk aynı sendikaya üye oluyor benzer partilere oy veriyordu. Burada genel eğilimi özetlediğimizin altını çizelim. Türkiyeli işçilerin Almanya’da sol partilere Türkiye’de ise sağ partilere oy vermesi en bilinen klişedir. Klişe olsa da doğrudur.
Savaş sonrasından 70’lere kadar marjinal kalan aşırı sağ biyolojik ırkçılıktan uzaklaşmak zorunda kalarak toplulukçu, cemaatçi, kültürel kimlikler üzerinden konuşmaya başladı. Bu yönü onu muhafazakârlarla da çok rahat temasa geçirebiliyordu. Çünkü benzer kaygı ve endişeler muhafazakârlarda da vardı. Solun, sosyalistlerin, liberallerin anayasal yurttaşlık savunuları aşırı sağ ve muhafazakârlara soyut geliyordu. Kültürel ırkçılık hüviyetine bürünen faşizan unsurlar buna rağmen klasik faşizmin doğal tabanı sayabileceğimiz esnaf ve küçük işletme sahipleri gibi sınırlı bir kesime seslenebiliyordu.
70’lerde başlayan kriz bu manzarayı baştan aşağı değiştirdi. Krizle beraber geleceklerinden endişe edenler küçük burjuvazinin geleneksel sektörlerinin ötesine taşmaya başladı. Kimlik politikalarına çekilen sol yeni faşizmin rahatça at oynatabileceği genişçe bir alan bıraktı. Evrensellikten uzaklaşarak ‘farkı’ yücelten bir hatta çekilen sol yeni faşizme tam da kültürel tözcülüğüne mazeret üretebileceği argümanları kendi elleriyle sundu. Mademki her kimliğin bir başkasına bulaşmadan kendi olma hakkı var idiyse yeni faşizmin kültürel saflık arayışı neden mahkûm ediliyordu? Azınlıklar kimliklerini yaşatma, geliştirme hakkına sahipse aynı şey niçin çoğunluk olandan esirgeniyordu? Çoğunluğunda tıpkı azınlık gibi kendi kimliğini savunma ve yaşatma hakkı vardı. Kültürel göreceliğin cenderesine kendimizi kapattığımız anda bu sorular karşısında apışıp kalmamız tabiidir. Kültürel ırkçılık biyolojik ırkçılıktan farklı olarak artık kendini doğuştan edinilen ten rengi ile değil kültürle meşrulaştırır. Ama bu kültürde tarihsel değildir, donmuş, kalıplaşmış, melez olmayan arı bir kültürdür. Toplulukçu ve cemaatçidir. Hep saf bir geçmişe özlem duyar.
Şu çıkardığımız özeti gözümüzün önüne getirdiğimizde Türkiye’nin yaşadığı sığınmacılar sorunundaki yaygın birçok endişeyi, kaygıyı fark etmemek mümkün değildir. Demografiyi bozacaklar, çoğunluk olacaklar, hayat tarzları, kültürleri bizden çok faklı. Bugün bu argümanlar sadece Ümit Özdağ gibi yeni ırkçı, yeni faşistler tarafından dile getirilmiyor. Kendi istekleriyle gidecekler, Esat ile anlaşarak göndereceğiz diyenler dahi Özdağ ile nerdeyse aynı argümanları paylaşıyor. Belki de bu fikirler şimdi çoğunluk haline geldiği içindir ki Özdağ’ın skandal yaratması gereken sözlerine içten içe hak veriliyor.