1. HABERLER

  2. GÜNDEM

  3. Turgay develinin de içinde yer aldığı komisyon raporunu tamamladı
Turgay develinin de içinde yer aldığı komisyon raporunu tamamladı

Turgay develinin de içinde yer aldığı komisyon raporunu tamamladı

Dayanışma Meclisi 'Devlet-Mafya İlişkileri Raporu'nu yayımladı: Bu şebekeyi kim yarattı?

A+A-

Dayanışma Meclisi Sedat Peker'in ifşaatlarından sonra ortalığa saçılan kirli ilişkileri araştırmak için bir süre önce Gerçeğin Peşinde Komisyonu kurmuştu.

Ali Rıza Aydın, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Fatih Yaşlı, Kadir Sev, Orhan Gökdemir, Özlem Şen ve Turgay Develi'den oluşan komisyonun ilk raporu yayımlandı.

Türkiye'de Devlet-Mafya ilişkilerinin kökeninin ve mafyanın ortaya çıkışının ayrıntılı bir şekilde incelendiği raporda, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin bu ilişkiler ağına etkileri de tüm detaylarıyla ele alınıyor.

Gerçeğin Peşinde Komisyonu hazırladığı raporda güncel duruma dair de değerlendirmeler yapıyor. Türkiye'nin yakın geçmişindeki devlet, çete, mafya bağlantılı kişi ve olayların incelendiği raporda, Sedat Peker'in ifşaatlarında bahsi geçen isimler ve olaylar da yer alıyor.
 

İşte raporun tam metni:

DAYANIŞMA MECLİSİ- GERÇEĞİN PEŞİNDE KOMİSYONU

Ali Rıza Aydın 
Barış Pehlivan
Barış Terkoğlu
Fatih Yaşlı
Kadir Sev
Orhan Gökdemir
Özlem Şen
Turgay Develi

GİRİŞ

Türkiye haftalardır bir suç örgütü mensubu ve yöneticisinin suç örgütünün diğer üye ve yöneticileriyle, olaylar ve ilişkilerle ilgili anlattıklarını dinliyor.

Bu anlatım sayesinde, “içeriden” bilgilerle Türkiye’de düzenin ne kadar çürümüş olduğunu ve bu çürümüşlüğün bizzat düzenin kendisi olduğunu görüyoruz.

Sedat Peker’in anlattığı hikâyede isimleri geçenler sadece “yeraltı dünyası”nın isimleri değildir ve ortaya saçılanlar da basitçe “yeraltı dünyası”yla ilgili değildir. Türkiye’de “yeraltı” ile “yerüstü”, “legal” olan ile “illegal” olan, “derin devlet”le “devlet” arasında herhangi bir ayrım kalmamıştır ve bu bütünü temsil eden ilkel, yağmacı kapitalizm bir suç şebekesi tarafından yönetilmektedir.

Bu şebekeyi Türkiye sermaye sınıfı yaratmıştır.

Türkiye’de düzen, komünizm-sol korkusuyla dinciliğe ve milliyetçiliğe bütün kapıları açmış, sola karşı yürütülen bu uzun savaş beraberinde sadece eli silahlı çeteleri değil tarikatları da getirmiş, tarikatlar ve mafya aynı yerden, yani sermaye iktidarından beslenmiştir.

Türkiye’nin soygun düzeni kendisini meşrulaştırmak için dine ve milliyetçiliğe ihtiyaç duymakta, çürümenin üzerine bu yolla “ezan, kuran, bayrak” hamaseti, “vatan, millet, Sakarya” edebiyatı örtülmektedir.

Türkiye’ye devlet-mafya ilişkilerine bakıldığında görülmesi gereken “gerçek” de tam olarak budur: Çürüme ve kirlilik sermaye sınıfıyla, iktidarıyla, İslamcısıyla, milliyetçisiyle bütün bir düzenin eseridir.

İşçi sendikalı olmasın greve gitmesin, öğrenci boykot yapmasın hakkını aramasın, köylü ürününün hesabını sormasın, hak hukuk diyene işkence edilsin, kurşun sıkılsın, hukuk haklının değil güçlünün ve zenginin hukuku olsun, halka saraylardan tebaa muamelesi yapılsın, birileri çifter çifter maaş alırken çoğunluk açlığa yoksulluğa mahkum edilsin…

Gerçek Türkiye’deki sömürü düzenidir ve bu sömürü düzeniyle mücadele etmeksizin “temiz” bir toplum mümkün değildir. Kirlenmenin ve çürümenin aktörlerinin kimler olduğu o aktörlerin düzene nasıl hizmet ettikleri bellidir.

İşte bu nedenle de “gerçeğin peşinde” olmak bu sömürü düzenine bakmak, bu sömürü düzenini değiştirmeyi hedeflemek demektir. Mafyanın, kaçakçılığın, yolsuzluğun, hırsızlığın olmadığı bir ülke ancak bu sömürü düzeni ile mücadele edilerek kurulabilecektir.

Dayanışma Meclisi tarafından hazırlanan bu rapor tam olarak bu “gerçeğe” odaklanmakta, halkımızı da söz konusu gerçeği görmeye ve gerçek bir mücadele vermeye çağırmaktadır.  

HUKUKSUZLUK VE MAFYALAŞMA

Sermaye-devlet-siyaset-suç örgütleri ilişkisine salt hukukla bakılamaz. Hukuk her ne kadar sınıfsal olsa da suç örgütleri illegal olduklarından esasen ilk üçlünün içinde yer almaması gerekirdi.

Türkiye’nin sömürü mekanizmaları içinde suç örgütleri ilaveten ayrıca yer alır. Devlet ve hukuk, iç çelişki ya da paylaşımlarla ilgili olarak kimi tekil olaylara, örgüt veya kişilere müdahale etse/ediyor gözükse de bu bütünleşmenin hem parçası hem yararlanıcısı hem de kontrol edicisidir. Kontrol, düzen bütünlüğünün istikrarına yöneliktir.

Düşman ceza politikası ile cezasızlık politikası bir arada kullanılırken, suç örgütleri her iki alanda da yer almaktadır.

Uluslararası ve ulusal hukuk, birçok pozitif düzenlemeyle ve yargı mekanizmalarıyla birlikte konuyu ne kadar düzenlese ve denetlese de bu durum suç örgütlerinin sömürü mekanizmalarının içindeki varlığını etkilememektedir.

Ortadan kaldırılamayan, büyüyerek yaygınlaşan uyuşturucu ve silah kaçakçılığı ve insan ticareti, vekalet savaşçılarıyla yürütülen savaş ve işgaller hukuka ve yargı denetimine rağmen değil, her ikisiyle birlikte sürdürülebilir kılınmaktadır.

Hukuk, hem rekabet edilebilirliği ve sömürü düzeninin istikrarını hem de düzen karşıtları ve emekçi halk üzerindeki sermaye denetimini eş zamanlı olarak sağlayıcı rol üstlenmektedir. Devlet ve siyasal iktidar da düzen istikrarının eşgüdümünü yaparken hukuku kılıf olarak kullanmaktadır. Emperyalizm ve uluslararası ilişkiler ağı, militarist, ekonomik ve siyasal örgütleriyle hem ulusal hem de uluslararası alanı ve ilişkileri yönetip kontrol etmektedir.

Kapitalist/emperyalist düzende nasıl savaş hukuku savaşları önleyemiyorsa, suç örgütlerini konu edinen hukuk da suçları önleyemez.       

TÜRKİYE’DE DEVLET-MAFYA İLİŞKİLERİNİN KÖKENİ   

1949’da II. Dünya Savaşından umulmadık bir zaferle çıkan Sovyetler Birliği’nin etrafını kuşatmak üzere “askeri savunma örgütü” NATO kuruldu. NATO’nun bir de paralel gizli örgütü vardı; buna da “Süper NATO” adı verildi. NATO’ya üye olan her ülke bir de “Süper” Özel Kuvvet sahibi oluyordu. Özel Kuvvetler, batılı deyişiyle “Force Speciale”, NATO üyesi ülkelere komünizmin gelmesini engelleyecekti.

Ancak Süper NATO komünizmi engellemek üzere harekete geçtiğinde, bunun başka anlamlar da içerdiği dehşet içinde fark edildi. NATO, bu yolla girdiği ülkenin güvenlik aygıtını bütünüyle NATO’nun bir uzantısı haline getiriyordu. Türkiye de NATO’ya girişi ile birlikte yabancı istihbarat örgütlerinin istediğini yaptığı, istemediğinin altını oyduğu bir ülke haline gelmişti. Örneğin CIA MİT’in içinde örgütlenmiş hatta orada bir ofis açmıştı. Amerikan askeri casusluk örgütü JUSMMAT (Joint US Military Mission for Aid to Turkey-Türkiye’ye Yardım için Ortak ABD Askeri Kurulu) TSK’nın içinde faaliyet gösteriyordu. Görünür amacı “Türk Silahlı Kuvvetleri’ne eğitim yardımı”ydı. Özetle Türkiye NATO’ya girmemişti. NATO arkasındaki bütün güçlerle birlikte Türkiye’ye girmişti.

Süper NATO ve paralel örgütlenmeler devlet içinde yaygınlaştı. Sonra bunlar devletin bizzat kendisi haline geldi.

ABD Askeri misyonu JUSSMATT, örgütün kuruluş aşamasındaki kampıydı. Kamp aynı zamanda Türk istihbarat örgütünün yeniden yapılandırıldığı, gerekli eğitimlerin verildiği bir üs olarak da kullanılmaktaydı. Faaliyete başlamasından bir süre sonra Türk istihbarat görevlilerinin maaşlarının da bu kuruluş tarafından ödendiği açığa çıkacaktı. Emperyalizm “hedef ülkelerde” bağlarını ve bağlılıklarını böyle de oluşturuyordu.

Bu organizasyonları halka karşı kullanma fırsatı 1960’lı yılların ikinci yarısında doğdu. Bu yıllarda sokaklar şenlenmiş, bilinen deyişle politik gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmişti; sol hareketlerin görülmemiş bir hızla büyümesi ülke yönetenlerini ürkütmekteydi. 12 Mart Askeri Darbesi bu organizasyonların yardımıyla planlandı, sol yükseliş acımasız bir biçimde bastırıldı. Kızıldere’de, Fatsa’da, İstanbul ve Ankara’daki baskınlarda, Ziverbey işkence hanesinde dersini almış bir istihbarat teşkilatı vardı artık. 12 Eylül’den sonra MİT’te ve Emniyet’te ünlenen “kahramanlar” da o baskınların içinden çıkıp gelecekti.

MİT’te Mehmet Eymür, Emniyet’te Mehmet Ağar’ın hikâyesi 12 Mart’ın o sıcak günlerinde başladı. İlki Hiram Abas’ın, ikincisi Şükrü Balcı’nın yanında işe başlamıştı. Bu ilişki hem talihleri hem tarihleri oldu. Ülkenin son elli yılındaki bütün karanlık operasyonlar bu dört isim etrafında şekillendi.

12 Mart darbesinin ardından kurulan işkence hanelerde devletin yeni deneyimleri olmuş, tecrübe sahibi elemanlar yetişmişti. Bunlardan biri de dönemin İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün’dü. Ziverbey İşkence Köşkü Türün’ün emriyle kuruldu ve Tümgeneral Memduh Ünlütürk tarafından yönetildi. Türkiyeli muhalifler, İkinci Savaş’ın ardından kurulan “Kontrgerilla” ile ilk kez bu işkence hanelerde tanıştılar. Ziverbey’e getirilenlere getirildikleri yer şöyle tarif edilmekteydi: Burası Genelkurmay’a bağlı kontrgerilla örgütü! Ve Türkiye’nin son 30 yılında ortaya çıkan bütün karanlık kirli işler sanki Ziverbey’deki o köhne köşkten ülkenin üzerine boca edilmişti. Bu o kadar öyleydi ki, Susurluk kazası ile anılan bütün isimlerin tarihi o köhne köşkten başlıyordu.

1973’te Türün Ziverbey işkence hanesindeki performansından memnun kaldığı MİT elemanı Mehmet Eymür’ü mafyayla mücadele etmekle görevlendirdi. Eymür ve ekibi Uğurlu, Bezal, Mirza gibi ünlü mafya ailelerinin üyelerini, Zihni İpek’i, Suriyeli Muhammet Akil Çubukcu gibi birçok uyuşturucu ve silah kaçakçısını toplayıp ev ve işyerlerini bastı. O baskınlarda birçok üst düzeydeki bürokrat ve subayın gece kulüplerinde babalarla birlikte çekilmiş fotoğrafları, mektupları, kartvizitleri bulundu. Mafyayla iltisaklı olanlar arasında o tarihlerde Beşiktaş Askerlik Şubesi’nde görevli olan Hamsi Fuat lakaplı Fuat Dinçer ve Emniyet Müdür Muavini Şükrü Balcı da vardı. 

MİT ekibinin polis şefi Şükrü Balcı’yla ilgili bilgiler elde ettiğini öğrenen Faik Türün, Eymür’ü makamına çağırarak, “Bu konunun mahkemeye intikali halinde aşırı solun yıpratıcı bir propagandaya başlayacağını, o nedenle bu hususu ifade ve fezlekelerden çıkarmalarını” rica etti. Eymür ricaya uyacak ancak elde ettiği bilgileri ileride kullanmak üzere koruyacaktı.

Mehmet Eymür uzun bir süre sonra, bu olayı 1. MİT Raporu skandalı nedeniyle ifadesini alan Kutlu Savaş’a şöyle anlattı: “Zamanın Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün soruşturmayı yürüten kişilerin başındakileri makamına çağırdı. Biz makamına girerken Gazinocular Kralı Fahrettin Aslan yanındaki güzel bir hanımla Faik Türün’ün yanından çıkıyordu. O tarihlerde Fahrettin Aslan’ın yeraltı dünyası ile üst düzey yöneticileri arasında irtibat görevi yaptığını, güzel kadınları peşkeş çekmek, düğün, toplantı ve yemek gibi işleri parasız organize etmek suretiyle bu yöneticilerle arasını sıcak tuttuğunu öğrendim. Faik Türün Paşa bizi ilgi ile karşıladı ve gelişmeleri sordu. Şükrü Balcı ile ilgili gelişmeleri anlattık. Bunun üzerine, Şükrü Balcı’nın milliyetçiliği, sola ve teröre karşı mücadelesiyle tanınmış bir kimse olduğunu, böyle bir konunun mahkemeye intikali halinde aşırı solun yıpratıcı propagandasına maruz kalınacağını, bu hususu ifade ve fezlekelerden çıkarmamızı rica ettiğini söyleyerek, kendisinin gerekli idari soruşturmayı yapıp cezasını vereceğini belirtti.”

Türkiye’de devletin istihbarat örgütüyle mafya arasındaki organik ilişkiler böyle gerçekleşti. Babalar ile polis arasında ayrılmaz bağlar da o yıllarda kuruldu. “Aşırı sola” karşı mücadelenin kirli işleri örtmesi geleneği de “Şükrü Baba”ya dayanır. Torbasını zamanla en çok dolduranlar, sola karşı en zalim olanlar olacaktı artık.

Birinci MİT Raporu’na göre polis müdürü ile mafya babaları arasındaki akçalı ilişkiler yanında, mafyanın işkence ettiği solculardan korkan Balcı’ya “zırhlı araç” almak için seferber edilmesi gibi “yardım ve destek” düzenlemeleri de vardı. Ve kaçınılmaz olarak Türk sağı ile yakındılar. Şükrü Balcı, 1969’da AP’nin Sakarya milletvekili adayıydı. Yetiştirmesi Mehmet Ağar, AP’nin devamı olan DYP’nin Elâzığ milletvekili adayı olacak, kazanacak, bir ara bu partinin Genel Başkanı olacaktı. Tabii ABD ile de sıkı bağları vardı. Balcı ABD’de Uluslararası Polis Akademisi, Panama School ve Askeri İstihbarat Okulu mezunuydu. Bu da artık bir devlet geleneğiydi. 1986 yılı içinde 100’e yakın Türk polis şefi ABD’de FBI tarafından düzenlenen kurslarda ‘Kontur terörizm, suçluların analizi, havacılık, yöneticilik, laboratuvar araştırmaları vb.’ konularda eğitime gönderilmişti. ABD eğitimli bu polis şefleri arasında Mehmet Ağar da vardı.

Balcı 12 Eylül sonrasında kendisine yeni korumalar edindi. Faik Türün’ün yerini Necdet Üruğ almıştı. Fahrettin Aslan artık onun yanına gidip geliyordu. Bu yolla kurulan ilişkiler içinde MİT’ten Nuri Gündeş, uyuşturucu kaçakçısı Topal Yaşar, Tuncay Mataracı ve Şükrü Balcı’nın olduğu iddia ediliyordu. 1. MİT raporuna göre Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ’un oğlu Hadi Üruğ, mafya babası Dündar Kılıç’la da ortaktı. 1984’te Mülkiye müfettişlerinin raporu üzerine, Fahrettin Aslan, Hüseyin Cevahiroğlu ve Dündar Kılıç’la birlikte azınlıklardan haraç alınması olayını organize ettiği için yargılandı. Lehte tanıkları Tayyar Sever, Orhan Uzeller, Mehmet Ağar ve Nihat Camadan sayesinde 1986’de beraat etti. Hüseyin Baybaşin 70’li yıllarda devlet eliyle yapılan uyuşturucu kaçakçılığının başında Şükrü Balcı’nın bulunduğunu ileri sürdü.  Balcı 1993’te ABD’de öldü. Emniyetteki mirası Mehmet Ağar’a kaldı.

12 MART’TAN 12 EYLÜL’E MAFYANIN KAMULAŞTIRILMASI

1980’li yıllarda Kenan Evren’in talimatıyla Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde Atilla Aytek yönetiminde bir mafya masası kuruldu. MİT’de de Mehmet Eymür’ün başkanlığında bir kaçakçılık masası kurulmuş ve bu ekibin de Aytek’le birlikte operasyonlara katılmasına karar verilmişti. MİT Kaçakçılık Şubesi, Dündar Kılıç, Behçet Cantürk, Vahit Kaynar ve Abuzer Uğurlu’yu sorguya alınması teklifini Genelkurmay Başkanlığı’na yapmış, teklifin uygun karşılanması üzerine gözaltına alınan babalar, sorgulandıktan sonra Ankara Sıkıyönetim Mahkemesine sevk edilmişti. Ankara’da sıkıyönetimin kaldırılması ile Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesinde görülmeye başlayan davalar beraat kararı ile sonuçlandı ve tutuklu bulunan sanıklar Dündar Kılıç ve Behçet Cantürk serbest bırakıldı. İstanbul o tarihte polis şefi Şükrü Balcı’nın dükalığıydı. Aytek ve Eymür, Cuntabaşı Kenan Evren’den aldıkları destekle, bu dükalığı yıkmaya girişmişti. Operasyonların asıl hedefi Şükrü Balcı’ya ulaşmaktı. Balcı, bu operasyonların ardından görevden alınarak yurtdışına sürüldü. İktidar savaşı İstanbul dükalığında kilitlenmişti.

İktidarın yolu artık “yeraltı”ndan geçiyordu, yeraltına vurunca birçok yerden sesler geliyordu: Olayı yakından izleyenler, Mafya operasyonunun aslında Balcı’nın oğlunun nikah şahidi Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ’u zayıflatmaya yönelik bir girişim olduğunu belirtiyorlardı. 12 Mart döneminde Gürler-Batur-Kayacan ekibinin ‘havasını boşaltmak’ için yaratılan bomba davası ve mafya operasyonu arasında bir paralellik olduğuna işaret ediliyordu. Eymür’e göre ise bütün bu olup bitenler, Evren’in Cumhurbaşkanlığı’nın devamını sağlamak için muhtemel rakiplerinin tasfiyesi operasyonuydu.

12 Mart’ta devletin dehlizlerinde kurulan mafya-devlet ilişkisi 12 Eylül’ün ardından iktidar mücadeleleri içinde resmileştirilmişti. Mafya babaları ceplerinde devletten aldıkları kırmızı pasaportlarla dolaşıyordu artık. Bunlardan bir kısmı Emniyete, bir kısmı da istihbarat teşkilatına atanmıştı. Gittikleri her yerde, her işlerinde “komünizmle mücadele” görevini de “şerefiyle” icra ediyorlardı.

Bunlardan biri olan Ebuzer Uğurlu İtalyan Gladiosu adına Papa’nın vurulması işini de üstlenmiş ve görevi taşeron örgüt ülkücü mafyaya devretmişti. Papa Suikastı davasında Devletler arası ilişkilere paralele bir Süper NATO ilişkisi geliştirildiği, bu ilişki nedeniyle mafyanın da uluslararası ağın ihtiyaçlarına göre şekillendirildiği ortaya çıktı. İtalyan Süper NATO’su bir cinayet işlemeye karar verdiğinde bunu İtalyan mafyasına iletiyor, onlar da birlikte kaçakçılık yaptığı Türk mafyasını taşeron olarak kullanıyordu.

Susurluk kazasının ardından bu gerçek Susurluk Komisyonu Başkanı Mehmet Elkatmış  tarafından şöyle ifade ediliyordu: “Bu işlerden 1980’den bu yana devleti yönetenlerin tümünün bilgisi var. Ne Kenan Evren ne Demirel ‘ben bilmiyorum’ diyemez. Bunu derlerse yöneticilik yapmadıkları ortaya çıkar. Devlet içindeki çeteden tümünün haberi var. Çünkü bu insanları devlet bulmuş, görev vermiş ve desteklemiş.” Modern devlet çeteciliği kamulaştırmıştı. Yol “devlet” tarafından açılmıştı, dolayısıyla ne “devlete sızmaları” ne de “devleti kullanmaları” söz konusuydu.

Mafyanın bir devlet modeli olarak ortaya çıkması elbette rastlantı değil. Modern devlete asıl rengini veren savunma refleksidir. Üstlendiği “karşı devrimi örgütleme” rolü nedeniyle giderek daha fazla karanlık eylemlerle başvurur, mafyalaşır. Bunlar komünizme karşı ABD veya NATO tarzı standart mücadele tarzıdır. Haliyle tarihin en büyük “suçlu dayanışmalı” örgütüyle ile karşı karşıyayız. Terörü bir üslup haline getiren ABD, gittiği her yerde, İtalya’da Sicilya mafyasını Japonya’da faşist Yakuza’yı, bulmuş, görev vermiş ve desteklemiştir. Bizim mafya düzenimiz, onlarınkinin küçük bir modelidir sadece.

SEDAT PEKER VAKASININ ASLI ASTARI

Bir habere göre Alaattin Çakıcı’nın Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün (BJK) resmi başvurusuyla “İbrahim Arı” adına vize alması olayına adı karışan, eski MİT yöneticisi Mehmet Eymür’ün yeğeni Kerem Eymür’ün, Sedat Peker’in “manevi oğlu” Olgun Peker’in menajerlik şirketinde çalıştığı ortaya çıktı. Kerem Eymür, Sedat Peker’in manevi oğlunun şirketinde çalışmasını ‘tesadüf’ olarak yorumladı.

Bir başka habere göre Sedat Peker, Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nca yürütülen faili meçhul cinayetler soruşturmasında ifade verdi. Peker ifadesinde, 1990’lı yıllarda, Kürt iş adamlarının ölüm emrinin MGK tarafından verildiğini duyduğunu söyledi. “Yeşil isimli şahsın Doğu’da bir zamanlar JİTEM tarafından kullanıldıktan sonra MİT’le birlikte çalışmaya başladığı, MİT’te Mehmet Eymür’ün kadrosunda olduğu, onun da şehirlerde birçok eylemler gerçekleştirdiğini duyuyorduk” diye ekledi. Hem “duyumları” hem de “yeğen bağlantıları” vardı. Bu ilişkiler Türkiye’de mafyanın sadece mafyadan ibaret olmadığının işaretleri.

Peker 2011’de Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının tam ortasında da savcılığa ifade verdi. İfadesine göre faili meçhul cinayetlerin arkasında Ağar’ın ekibi vardı. Cemaatin “devlet benim” dediği zamanlarda Peker’in himayesinde çalışan “yeğen”in amcası Cemaate yaslanmıştı. Mehmet Ağar hesabını kapatmayı düşündüler, Ağar içeri de girdi ama kısa süre yattı çıktı. Hesap defterine bir hane daha eklenmişti. 

Haliyle başka hamleler de yapıldı. Örneğin faili meçhul cinayetler soruşturması kapsamında Mehmet Eymür’ün İstanbul’daki evi basıldı ve bilgisayarlarına el konuldu. El konulan bilgisayarda yapılan incelemede Eymür’ün 1998 yılında MİT Müsteşarlığı’na yazdığı bir mektup da ortaya çıktı. Mektupta “Kanaatimce Mehmet Ağar, Cumhuriyet tarihinin en büyük suçlularından biridir” diyen Eymür, “Mehmet Ağar ve karanlık çevresi bütün bu olaylardan sonra yine de tesirsiz hale getirilmez ise devletin yeraltına teslimi muhakkak olacaktır. Ağar ve yandaşlarının cezalandırılmaları, devlet olmanın gereğidir” önerisinde bulunuyordu.

Yaygın bir iddiaya göre Ağar gelen fırtınayı hissetti, korunmak için AKP’ye yanaştı, destek verdi. Bunun karşılığında da işaret ettiği kişiler AKP içinde yükselmeye başladı, oğlu milletvekili oldu, Süleyman Soylu bakan atandı. AKP-Cemaat savaşının puslu ortamında da İçişleri Bakanlığı koltuğuna oturdu. Son raundu Mehmet Ağar kazanmıştı.

Ağar’ın AKP hamlesine karşı Cemaate yanaşan Eymür’ün Cemaatle birlikte kaybetmesi himayesindeki adamları da zor durumda bırakmıştı. Bir yolunu bulup AKP’ye yaranmak ve yaraşmak gerekiyordu. Sedat Peker’in ölçüsüz AKP güzellemeleri ve AKP muhaliflerine yönelik tehditleri de böyle başladı. Bir ara neredeyse “düzenin resmi mafyası” gibi görünmeyi başardı.

Ancak MHP’nin AKP ile kurduğu koalisyon dengeyi yine değiştirecekti. MHP af diye bastırıyordu. Bu Alaattin Çakıcı’nın çıkması ve Peker’in doldurmaya çalıştığı alanı bütünüyle ele geçirmesi anlamına geliyordu. Bunun kaçınılmaz olduğunu anlayınca ani bir kararla yurtdışına “taşındı”, kaçtı diye dedikodu çıkardılar! Kaçmadım, buradayım dedi…

Ağar’ın yakını -Ağar Bakanlığa gelince yakasını ilikleyerek karşıladığı söylenen Süleyman Soylu’nun istifa şovundan birkaç gün sonra, vaktiyle Erdoğan’a meydan okuyup ağır hakaretler savuran “organize” Alaattin Çakıcı tahliye edildi. Peker’in kaçtığı yerden “sosyal medya” mesajları ile denkleme dahil olması işte bu döneme denk geliyor.

Çakıcı cenahına bakılacak olursa Peker, Çakıcı’nın çıkacağını öğrenip kaçtı. Sebebi, Çakıcı’nın Sedat Peker’i hedef alarak “Zamanı gelince vatana ihanet edenlerle bir olan herkese İstanbul sokaklarında etek giydireceğim” demesiydi.

Sedat Peker ise kaçak olarak gittiği yurtdışından bir video mesaj yayımladı. Sosyal medyada kendisiyle ilgili dolaşıma sokulan paylaşımlardan söz eden Peker, Alaattin Çakıcı’yı benzer şekilde yanıtladı.

Çakıcı ile Peker arasındaki itiş kakışın geçmişe dayanan kökleri var. Sonuncusu geçen yıl nüksetmişti. Çakıcı’nın adamlarından Ömer Korkmaz, Peker’e, “Sana diyorum ki, sana eziyet çektireceğim. Seni Tayyip Erdoğan da koruyamaz, kollayamaz. Devletin polisi senin yanında duramaz. Ben sana silah doğrultuyorsam bil ki, devletin polisi senin yanından ayrılır” diye seslenmişti. “Seni Erdoğan bile koruyamaz” diyen Korkmaz, “Sen ya bu ülkeden kaçacaksın ya da bu devlet seni alacak” diye bağlıyordu sözlerini.

Öyle de oldu. Peker kokuyu alıp kaçtı. Kaçtıktan sonra Peker’in AKP içindeki işlerini Süleyman Soylu adına yürüttüğü iddiası yayıldı. Alaattin Çakıcı ise damat Berat Albayrak yanında saf tutmuştu. Ülkede ta 12 Mart’tan beri mafyanın kaderini devlet içindeki güç ve iktidar mücadelesi belirliyordu….

RANTIN MERKEZİNDEKİ MARİNA

Sedat Peker’in iddialarının hedefindeki yerlerden biri Muğla’nın Yalıkavak ilçesinde bulunan yat limanıydı. İçindeki alışveriş merkezleri, gümrüğü, restoranlarıyla büyük bir rant alanı olan Yalıkavak Marina hem çok değerli hem de stratejik öneme sahip.

Milli Emlak’a ait olan Yalıkavak Marina, 1996 yılında Bodrum Yalıkavak Turizm ve Yat Limanı Yatırımları Ticaret Anonim Şirketi adına tescil edildi. Cefi Kamhi, 2003 yılında Marina’yı 49 yıllığına kiralamıştı. Ancak ekonomik sıkıntıya düşünce 2011 yılında 42 milyon dolara devretti. Marina’nın yeni sahibi Palmali Otelcilik, Turizm ve Acentecilik Limited Şirketi oldu. 2017 yılına kadar Yalıkavak Marina iki ortaklıydı: Azeri kökenli iş adamı Mubariz Mansimov Gurbanoğlu ve merkezi Singapur’da bulunan Anar Alizade’ye ait RSR Holding.

Sovyet Azerbaycan’ında eski bir asker olan, yıkılış süreci ile hızla zenginleşen Mubariz Mansimov Gurbanoğlu, 2016 yılında kendi hisselerini ortağı Alizade’ye sattı. Ancak bu satış bugüne kadar süren tartışmaları başlattı. Zira Gurbanoğlu’na göre bu satış sırasında dolandırılmıştı. Kendi hisselerinin değerinin 200 milyon dolardan fazla olduğunu ancak kendisine 32 milyon dolar ödendiğini söyledi. Son moda tabirle marinasına “çökülmüştü”.

Gurbanoğlu’nun hedefinde marinanın patronu olan Anar Alizade, şirketinin 3 çalışanı (Alaattin Aykaç, Ali Kemal Çelikten, Mehmet Ercil) ve Mehmet Ağar vardı. Bir zamanlar Mehmet Ağar, Gurbaoğlu ile birlikte çalışıyordu. Ancak marinanın devredildiği süreçte Ağar, Alizade’nin tarafını seçti.

Ağar Marina’nın Yönetim Kurulu Başkanı’ydı. Oğlu Tolga Ağar ise yönetim kurulu üyeliği görevine getirilmişti. Sedat Peker krizinin ardından Ağar’ın buradaki görevi tartışma konusu oldu. Marina’da “profesyonel yönetici” olduğunu söyleyen Ağar, Sözcü gazetesinden Saygı Öztürk’e şu açıklamayı yaptı: “Beni gündeme getirmelerinin asıl nedeni de bizi buradan uzaklaştırmak. Bizi buradan uzaklaştırınca yapılacak olan da belli: Buraya mafya çökecek. Bugün eğer mafya buraya giremiyorsa bizim burada olmamızdandır.”

Bu açıklaması İçişleri Bakanı tarafından tepkiyle karşılanan Ağar, geri adım attı. Bir süre sonra önce kendisi sonra oğlu marina yönetiminden istifa etti.

Hali hazırda marina Yalıkavak Holding Limited şirketinin. Malta’da kayıtlı bu şirketin sahibi ise Singapur merkezli RSR Holding. Kısacası Türkiye en kıymetli ve stratejik arazilerinden birini kaynağı, adresi, sahibi tartışmalı bir şirkete vermiş durumda.

Marina tartışması Sedat Peker’in açıklamalarına kadar sürüyordu. Zira Gurbanoğlu, Marina’nın satış sürecini yargıya taşımıştı. Eski çalışanlarından da şikayetçi olmuştu. Dikkat çekici şekilde bu dönemde Gurbanoğlu hakkında FETÖ soruşturması başlatıldı. 17 Mart 2020 tarihinde, Gurbanoğlu, bu suçlamayla tutuklandı. Şikayetçi olduğu çalışanları, davada aleyhine tanıklık yapıyordu. Gurbanoğlu, bu davanın kendisine eski çalışanları, Ağar, Alizade iş birliği ile kurgulandığını söyledi. Gurbanoğlu’nun suçladığı şirket ise karşı karşıya geldiği Azerbaycan petrol şirketi Socar’dı. Sanki bir el Marina davasının intikamını alıyordu.

Marina Sedat Peker’in iddialarıyla yeniden tartışmaların odağı oldu. Sedat Peker, birkaç kez konu ettiği Yalıkavak Marina’nın uyuşturucu ticaretinde kullanıldığını iddia ediyordu.

Peker, Marina için Ağar’a seslenerek şu ifadeleri kullandı: “Doğru. Sen üstüne almadın. İkili anlaşmalarla senin yüzünden garanti altına alındı, o Azerilerin üzerine yapıldı değil mi? Normal bir adamı nasıl FETÖ’cü yapıp mallarına çöktün? Hakimler dosyayı görüyor, ceza vermese olmaz, baskı var. 5 sene ceza verip 8 ay yatırıp tahliye ettiler… Polis ifadelerinde var. Fethullah Gülen’le sen tanıştırdın, adamı FETÖ’cü diye içeri attırıp mallarını aldın… Bu mahkeme kayıtlarında var, ‘Beni Gülen’le o tanıştırdı’ diye. Deliller var, ispatlar var, uçak bilgileri var, beraber gitmişler”.

Marina’nın 29 milyon dolara alındığını söyleyen Ağar’a Peker şunları söyledi: “Oranın peyzajı 29 milyon dolar tutar. Ama offshore’da. Bir tane adada şirket kurulumu, tabii burada değil, Tolga Ağar, hop, yazılı anlaşmalı ortak.”

Peker’e göre Ağar Ailesi, Marina’nın gizli sahibiydi. Marina yasadışı işlerin merkeziydi. İddiaları hem Marina yönetimi hem Ağar yalanladı. Ancak adil bir şekilde soruşturma yapılmadığı için olay açıklığa kavuşamadı.

Tartışmalar sürerken bir Hükümet yetkilisi Peker’in iddialarını doğruladı: “Ağar’ın bu tarz işlerle malına mal kattığı sürekli kulağımıza çalınıyordu. Çok değerli olan o limanla ilgili iddialar doğru. Burada Aliyev’in başlattığı bir operasyonla limanın alındığı ve FETÖ iddiasının asılsız olduğu zaten dillendirilen, parti içerisinde konuşulan bir şeydi. Bu iddia doğru. Limana el koymak için yapmışlar.”

Stratejik öneme sahip marinalar halihazırda kamulaştırılmadığı, marinaları suç işlemek için kullananlar yargılanmadığı sürece konu şüphe sürmeye devam edecek.

YOLSUZLUK “ÇETELERİN” İŞİ Mİ?

Sermaye sınıfı ise tartışmalara kayıtsız, kendini aklamak için yolsuzlukları çetelerin üzerine yıkıp kurtulmaya çalışıyor. Ancak ilişkiler ağı gösteriyor ki çeteler gerektiğinde sermaye sınıfına hizmet ediyor, o hizmeti sayesinde palazlanıyor, ayakta kalıyor. Ayrıca devletten bağımsız davranabilme, inisiyatif kullanabilme güçleri çok sınırlı.

Olağan koşullarda pek dikkat çekmiyorlardı, ekonominin-siyasetin zora girdiği dönemde karanlık ilişkileriyle ortaya çıkmaları rastlantı değil. Türkiye işte böyle bir dönemden geçiyor. Gördüğümüz, yozlaşmış sermaye düzeninin gerçek yüzü.

Bu yüzde birkaç farklı kimlik saklı. Örneğin Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün her yıl yayımladığı yolsuzluk algısı endeksinde Türkiye hep son sıralarda. 2020 raporunda 100 üzerinden 40 puanla 180 ülke arasında 86. sırada.  OECD’nin 34 ülkesi arasında sondan üçüncü olmuş, 28 AB ülkesi arasına ise girememiş.

Türkiye’nin dirimi böyle de “gelişmiş” kapitalist ülkelerin durumu farklı mı? Dünyanın kara parasının aklandığı İsviçre, yolsuzluk algısının en düşük olduğu ikinci ülke. Her yıl 80 milyar Sterlin kara para aklanan İngiltere 11. sırada. Karanlık ilişkileriyle ünlü ABD, en temiz 25 ülke arasında. BAE 21, Katar ile Bahamalar 30, Malta ile Suudi Arabistan 52. sıraya yerleşmiş.

Yolsuzluk algı endeksinin ne anlama geldiği adı geçen belgede şu sözlerle açıklanıyor; “Uzmanların, sivil toplum örgütlerinin ve iş dünyası temsilcilerinin kamu kesimindeki yolsuzluğa dair algıları…”

Dünya Bankası ve IMF, Dünyada her yıl en az 2 trilyon Dolar kara para aklandığını, en az 1 trilyon Dolar rüşvet verildiğini tahmin ediyor. Bu rakamların sansürlü olduğunu unutmayalım. Biz bu sayılara uyuşturucu ticareti ile savaş makinası ülkelerin trilyonlarla anlatılabilecek tutarlardaki kazançlarını da ekleyelim.

Yolsuzluk algısı endeksleri patronların bu durumdan rahatsızlık duymadıklarının kanıtlarından biri. Yani kârları arttıkça yolsuzluk algıları azalmaktadır. Patronların kazançlarının bir bölümünü paylaşılınca, yurttaşları da ülkelerinde yolsuzluk yapılmadığına ikna olmaktadır.

Türkiye, gerilerde olduğuna göre yukarıda anlatılan duruma pek uymamakta. Endeksin önlerinde yer alabilmek için patronların şunları söylemesi gerekir: “Yargı bağımsızdır…hukuk ihlalleriyle çok ender karşılaşılmaktadır…kamu ihaleleri ayrımcılığa yol açmayacak bir anlayışla yönetilmektedir…meclis, yasama ve denetim gücünü yitirmemiştir…taraf olunan uluslararası anlaşmalara özenle uyulmaktadır… siyasal güç otoriter rejimlere benzer bir yoğunluk ile yürütme erkinde ve tek elde toplanmamıştır…düzenleyici ve denetleyici kurumlar etkisini ve işlevini sürdürmektedir…katılımcılık ve halkın kararları etkileme gücü azalmamakta, tersine artmaktadır…”

Tüm patronların bunları dert edindiği yönünde bir işaret yoktur. Zaman zaman yüz yüze geldiklerinde homurdanırlar ve yakınırlar. Ama devletin yarattığı rantlara ulaşma fırsatlarını kaçırmamaya itina gösterirler. Türkiye’ye gelince, dışlanan sermaye çevreleri, kapalı kapılar ardında yakındıkça AKP’nin karnesindeki kırıklar artmakta ancak bu durum, gücünü yitirmesine yol açmamaktadır. Toplumun örgütsüz olduğu ülkelerde karne zayıf da olsa sınıf geçilebilmektedir.

YOLSUZLUĞU KİM YAPAR?

Dünya Bankası, yolsuzluğu; “Kamu gücünün özel çıkarlar için kötüye kullanılması…” olarak tanımlıyor. OECD, IMF, AB gibi emperyalizmin mali ve düşünce kuruluşlarının hemen hepsi bu tanımı benimsedi. Raporlarında farklı sözcükler de kullansalar mutlaka Dünya Bankası’na gönderme yaptılar.

Bu tanım, siyasal iktidarı ya da bürokratları suçlamakta, yolsuzlukların kaynağının sermaye sınıfında olduğunu göz ardı etmektedir.

1970’li yılların sonlarında TOBB, TÜSİAD gibi patron örgütleri kamu sektörünü, yolsuzluğun suçlusu ilan etmişti. Yayınlarında şu tür yazılara sıkça rastlanırdı: “Devlet, adalet; güvenlik, sağlık; eğitim gibi temel konular dışında ekonominin içinde olmamalıdır. En kısa zamanda özelleştirilip yolsuzluk kaynakları, arpalık alanları kurutulmalıdır.”

Kamu kurumlarının özelleştirilmesinde akıl vermek üzere Dünya Bankası, IMF, OECD, AB fonlarından krediler verildi, bürokratlar yıllarca eğitildi.

1990’lı yıllarda özel şirketlerin de yolsuzlukla iç içe girmeleri fark edildi ve yolsuzluk tanımı özel sektörü de kapsayacak bir anlayışla genişletildi. Eş zamanlı olarak “yönetişim”, “hesap verilebilirlik”, “şeffaflık”, “sorumluluk” kavramlarıyla tanıştık. Bu süre içinde sürdürülen, kapsamı genişletilen özelleştirmeler, yepyeni yolsuzluk biçimlerine yol açtı; önceki dönemleri misliyle aşan servet ve gelirlerin iktidarla iç içe girmiş sermaye çevrelerine aktarılmasına yol açtı.

Aynı dönemde kamu ve özel sektörün mali tablolarının internet ortamında yayımlanması zorunlu tutuldu. Bu tür uygulamaları “etik değerler” gibi cafcaflı adlarla sundular. Asıl nedenlerini açıklamaktan da geri durmadılar: “Yabancı sermaye yatırım yapacağı ülkede önünü görebilmeli, kendini güvencede hissedebilmelidir.”

Peki, yolsuzlukla mücadele sözleşmeleri ne işe yarar?

Yolsuzlukla mücadelenin bir amacı da ülke kaynaklarının belirlenen hedefler dışında harcanmasının önlenmesidir. Uluslararası sözleşmelerde de bu vurgu egemendir. Ancak bir başka yanı daha da önemlidir: Bunlar aynı zamanda şirketler arasındaki centilmenlik anlaşmalarıdır. Rüşvet gibi karanlık yöntemlere başvurmayacaklarını söylemiş olurlar birbirlerine. Böylelikle rekabet ortamı oluşacak ve ihaleleri, hakkı olanlar kazanacaktır.

Fakat kapitalizm, kurtlar sofrasıdır, yaşama gücünü yitirenler ötekilere yem olur. Yaşamak için her yola başvurmak zorundadırlar. Centilmenlik anlaşmaları kapitalizmin genetik yapısına aykırıdır. Uyar görünürler ama hep bir açık ararlar.

BM, AB, Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası kuruluşların hazırladığı yolsuzlukla mücadele içerikli sözleşmelerin sayısı yirmiye yakın. İmzalayan ülkeler bu anlaşmalara uymakla yükümlü. AKP, önüne konulanların hepsini onaylamış, dahası iç hukukta gerekli değişiklikleri de yaptığını iddia etmiştir; ama Kamu İhale Kanunu’nu neredeyse sınırsız sayıda değiştirmiş; iktidara yakın sermaye gruplarının kayırıldığı devlet ihalelerini ve giderek KÖİ sözleşmelerini Türkiye’deki yolsuzlukların ana kaynakları haline getirmiştir. Beş Yıllık Yolsuzlukla Mücadele Strateji belgeleri de yayımlamaktadır. Ancak Uluslararası Şeffaflık Örgütünün yıllık raporlarında şu tespit ile de karşılaşırsınız: “Hiçbirine uymadılar.”

Yolsuzlukla mücadele İdarenin işidir ama yolsuzluk, siyasetin besin kaynağıdır. Sermaye iktidarları bu olanaktan yoksun kalmak istemezler. Etkili bir denetim, kaynaklarını kurutur. Bu yüzden de dillerinden düşürmedikleri “hesap verilebilirlik …şeffaflık… sorumluluk…” gibi ilkelerin gereklerini yapmaktan alabildiğince uzak dururlar.

Bugün ülkemizde kamu kaynakları ilkesiz ve kuralsız ortamlarda harcanmaktadır. Nasıl yönetildiği bir yana, bürokratların ne kadar maaş aldıklarını parlamento bile öğrenememektedir. Teftiş Kurulları yol göstericilik, danışmanlık yapan birimlere dönüştürülmüş, müfettişler güvencesizleştirilmiştir.

Bir dış denetim kurumu olan Sayıştay, yolsuzlukla mücadele savaşçısı olarak öne çıkarılmaya çalışılmaktadır. Oysa onun görevi yolsuzlukları ortaya çıkarmak değil, İdarenin yolsuzlukları önlemek için yaptıklarının başarısını ve etkisini ölçmektir. Zaten 600-700 dolayında denetçiyle binlerce saymanlığın hesap ve işlemlerinin denetlenebilmesi olanaksızdır. Yalnızca merkezi bütçe büyüklüğü 2021 yılında 1 trilyon 346 milyar liradır.

Sayıştay raporlarındaki basına yansıyan “yolsuzluk” bulgularının çoğu raporların “denetim görüşünü etkilemeyen hususlar” bölümlerinde yazılıdır. Sayıştay amaçlarının idareye yol göstermek olduğunu söylemektedir. Yolsuzluk olarak değerlendirdikleri ise Sayıştay’da sonuçlandırılamamakta, kamu zararının ve sorumlularının ortaya çıkarılıp yargılanabilmesi için adli yargı yerlerine gönderilmektedir. Bu gerekliliklerin ne kadarının gerçekleştirildiği belirsizdir.

Yasalara aykırı yapılmış da olsa kamu zararının sorumlularına ödettirilebilmesi için tutarının tam olarak belirlenmesi zorunludur. Sorumlular çoğu kez kendilerini; “ihale kurallarına uymadım ama ucuza aldım” sözleriyle savunmaktadır. Yargılama yıllar sonra sonuçlanmakta, mahkeme kararları kamunun yararına olsa bile anlamını yitirmektedir. Üstelik milyonlarca lira kamu zararının, sorumlu tutulan bir bürokrattan alınamayacağı açıktır.

Önemli olan yolsuzluğa geçit verilmemesidir.

İhale yolsuzluklarının önlenmesinde rakip sermaye gruplarının katkısı olabilmelidir. Hakkı olduğunu düşündüğü bir ihaleyi kimse başkasına kaptırmak istemez. Oysa “beşli çete” diye kodlanan sermaye grupları kamu ihalelerinde dünya birincisidirler ama bir başka grup, hakkının yendiğini öne sürüp yasal yollara başvurmamaktadır. Demek ki Türkiye’de sermaye grupları aslında birbirlerinin rakibi değildir; kendilerine layık görülen konumdan, paylardan hoşnuttur.

Bütün bunlar Türkiye’nin mafya sorunu yaşamasının ötesinde, düzenin de giderek mafyalaştığını göstermektedir.

SONUÇ

İnsanı sömürmeye ve doğayı talana dayalı üretim biçimlerinin biçiminin tarihi oldukça gerilere dayanıyor. Uygarlık tarihi büyük ölçüde eşitsizlikçi toplumların üstünde yükseldi. “Çökerek” elde edilen servet birikimi de en az devlet eliyle yapılan birikim ve onun eliyle üretilen şiddet kadar eski.

İhracatı özendirme, özelleştirme gibi uygulamalar, içinde devlet bürokrasisi ve mafyanın yeşerdiği büyük bir bataklık işlevi görmekte, hayali ihracat ve kamu mallarının yağmalanması yarışı ancak mafya desteğiyle yürütülebilmektedir.

Başkanlı rejime geçiş hem yağmayı ölçüsüzce sürdürmenin yolunu açmış hem de mafyayı siyasal sistemin bir parçasına dönüştürmüştür.

Bu ölçüsüzlük öyle bir hal aldı ki, bir yanda ‘Mavi Vatan’ sloganı ile oluşturulan kamuoyu desteği ile denizlerde petrol ve gaz araştırması için yüz milyonlarca Dolar para harcanırken, yapılan bu çalışmalarla elde edilen sismik verilerin yabancı petrol şirketlerine satılması ‘ticari sır’ kapsamında değerlendirilip soruşturmadan kaçırılıyor. İlgili Bakan, bunları tespit eden Sayıştay denetçilerine bilgi ve belge verilmemesini emredebiliyor. 

Merkezi devlet içinde yuvalanan bu ‘çıkar’ amaçlı örgütlerin beslendiği ana arterlerden birisi de belediyeler ve burada hayat bulan kent rantını talana dayalı yapılanmalar.

Bugün ülkedeki kentlerin, özellikle büyük şehirlerde bulunan yapı stoklarının neredeyse tamamına yakının imar planı ve iskana uygun olmadığı gerçeğinden yola çıkılırsa, yapılaşmada son karar yetkisi elinde olan belediye bürokrat ve meclis üyeleri ile başkanlarının sorumlulukları tartışılmaz. Buna bağlı olarak bu “sorumluluk” altındakilerin seçildikleri ile görevden ayrıldıkları dönem arasında biriken servetlerinin hayatın olağan akışına aykırı olarak artması ve bugün kamuoyunda suç örgütü üyesi ya da irtibatlısı kişiler ile ilişkileri açıkça bilinen bir gerçek.

Belediye bürokrasisi ve Belediye Meclis üyeleri aracılığı ile kentin yarattığı ranta “çöken” bu suç örgütlerinin yerel “güvenlik” örgütleri ve siyasi partiler ile kurdukları ilişkiler medya aracılığı ile kamuoyuna ulaşsa da aşağıdan yukarıya doğru uzanan bu “ticari” ilişki ile siyaset finanse edilmeyi sürdürüyor. Belediyeleri aşan alanlarda işler görev paylaşımında merkezin devreye girmesiyle yürütülüyor. 

Dayanışma Meclisi’nin “Mafya-Çete Düzenine Karşı” başlıklı bildirisinde dikkat çekildiği gibi bu çürüme tablosunun yaratıcıları tek tek kişiler olmadıkları gibi sadece mafya ya da çeteler ve onlarla ilişkili siyasetçiler değildir, bu tablo bizzat Türkiye’nin düzeninin eseridir. Ve bu çürüme birdenbire ortaya çıkmış değildir, geçmişe uzanan derin kökleri vardır.

Düzenin bekası adına son 70 yıldır NATO, Gladio/Süper NATO yapılanmasının devlet içerisindeki örgütlenmesi, solun karşısına bir sokak gücü olarak ülkücü faşistlerin çıkartılması, laikliğin adım adım yok edilerek tarikatlara, cemaatlere alan açılması, halka karşı yapılan katliamlar; aydınlara, yazarlara, gazetecilere, yönelik siyasi cinayetler ve tüm bunlar ekseninde kurulan çıkar ilişkileri bizi bugünkü Türkiye’ye getirdi.

Düzenin bekası adına yapılan darbelerle sol ezilirken, sendikalar kapatılırken, işçi ve gençlik önderleri öldürülür ya da cezaevlerine atılırken, faşist çetelerin, tarikatların, cemaatlerin önü bizzat bu düzen tarafından açıldı. Bunların önüne her türlü maddi destek konuldu. Şirket sahibi, dershane sahibi, yurt sahibi, okul sahibi, gazete ve televizyon sahibi olmaları sağlandı. Bugünkü tablonun gerisinde on yıllara uzanan bu gericileştirme operasyonu var.

Çeteler, suç örgütleri ve mafya da bu gericiliğin üzerinde yükseldi. Belinde silahla haraç alanlar, kumarhane işletenler, silah ya da uyuşturucu kaçıranlar, bütün kirli işlerinin üzerine dinin ve milliyetçiliğin o kara örtüsünü örttüler. Akçeli işlerini sağcı siyasetçilerden aldıkları “ezan susmaz bayrak inmez” hamasetiyle aklamaya çalıştılar. Bir parçası oldukları sermaye düzeninin taktiklerini onlar da uyguladılar. “Vatan millet Sakarya” edebiyatının arkasına sığındılar, sığınmaya da devam ediyorlar.

Bugün görüyoruz ki, faili meçhullerden “üzerine çökülen” marinalara, Suriye’de cihatçılara gönderilen silahlardan mafyaya, uyuşturucu ticaretinden yeni-Osmanlıcılığa uzanan yollar var ve tüm bu yolların hepsi eninde sonunda bu iktidara ve bu düzene çıkıyor.

Bu ülke sağcılığın kendisine giydirmeye çalıştığı deli gömleğini çıkartıp atacak bir birikime sahiptir. Bu halkın mafyanın, çetelerin, tarikatların cenderesine sığmayacağı açıktır. Eğer bu cendereden çıkılacaksa ancak bu sömürü düzeniyle mücadele edilerek ve hep birlikte, omuz omuza çıkılacaktır. Bu mafya-çete düzeni yıkılacak; ülkenin başka bir seçeneği kalmamıştır…

Önceki ve Sonraki Haberler

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.