Trump’ın Yeniden Dönüşü (4)
Kriz kapitalizmin ideologlarının ısrarla unutturmaya çalıştıkları bir siyasal olguyu faşizmin güncelliğini yeniden hortlattı. ‘Faşizmin güncelliği’ deyimini Lukacs’tan aldığımızı hatırlatalım. O Ekim devriminin kapısını araladığı dünyanın ‘devrimin güncelliğini’ gündeme taşıdığından söz etmişti. 20’li yıllar dünya tarihsel ölçekte devrimci bir dönemin perdelerini aralamıştı. Avrupa’dan Asya’ya her yerde devrimler tarihin zembereğini hızla çevirmeye başlamıştı. İçinden geçtiğimiz dönemde böyle devrimci alternatiflerden yoksunuz. Devrimci alternatiflerin söz konusu olmadığı bir yerde başka bir seçenek devreye girer: faşizm. Klasik faşizmden sonra gelişmiş demokrasiler böyle bir tehditle karşı karşıya kalmadılar. Faşizme bir üçüncü dünya olgusu olarak bakıldı. Buralarda karşımıza çıkan ise faşizmden ziyade emperyalizmin desteği ile ayakta kalabilen askeri diktatörlüklerdi. Post-Sovyetik dönemin başlaması ile birlikte askeri diktatörlüklerle yönetilen ülkeler ‘düşük yoğunluklu demokrasiler’ olmaya terfi ettiler. İktidarların seçimlerle değişmesi ve çok partili hayat, sınırlı basın özgürlüğü, ikna aygıtlarının işe yaramadığı yerde zor ve baskı aygıtlarının devrede olması, ordunun sivil siyaseti sürekli gözlemesi ve istediğinde müdahale etmesi ‘düşük yoğunluklu demokrasinin’ unsurları arasındaydı.
Burjuva akademi dünyası faşizmi ağzına almamak için önce olgunun etrafında dolaştı. Faşizmin semptomları olarak adlandırabileceğimiz olguları popülizm ile açıklamayı tercih etti. Bu tespit olguların yüzeysel bir gözlemine dayanıyordu. Popülizm olarak nitelendirilen süreci tarihsel bir bağlam içine yerleştirmiyordu. Bunu yapmadığı gibi bu olgular ile kapitalizm arasında her hangi bir ilişki kurmaktan da uzak duruyordu. Her şeyden önce içinden geçilen dönemi kapitalizmin tarihi kriz dinamikleri üzerinden okuyamıyordu. Görüngülere bakarak siyasal düzenlerin işleyişinin giderek popülist yöntemleri, temaları öne çıkardığını ileri sürüyordu. Karizmatik liderler her yerde iktidara geliyordu. Kendilerini destekleyen seçmenlerle kurdukları ilişkiler otoriter-popülist özellikler taşıyordu. Bir defa bu liderlerin halk ile kurdukları ilişki aracısız bir ilişkiydi. Liderlerin içinden çıktıkları siyasal partilerin bu ilişkide bir ehemmiyeti yoktu. Klasik anlamıyla partiler parti olmaktan çıkmışlar ve liderin iki dudağına bakar olmuşlardı. Bu partiler sadece lidere seçim kazandırmak için varlardı. Partilerin liderden bağımsız bir kimliği yoktu. Seçmen parti için değil lider için oy veriyordu. Seçmen desteği doğrudan liderden kaynaklanıyordu. Popülizm kuramcılarının popülizm tartışmalarındaki en iddialı argümanı bu idi.
İkinci olarak popülizm siyaseti mutlak bir karşıtlık ve hatta düşman kategorisi üzerine kuruyordu. Liderin bütün mahareti de düşman yaratmak konusundaki becerisine bağlıydı. Lider etrafında bütünleştirdiği yığınlara bir düşman işaret etmeksizin onları yanında tutamazdı. Hâlbuki siyasetin kendisi bir bilim olarak ortaya çıkarken yani ahlaktan ve dinden bağımsızlaşırken hasım yaratmak ve bunu sürekli diri ve canlı tutabilmek en belirgin yanıydı. Siyaset devlet iktidarını ele geçirmek için verilen bir mücadeleydi ve bu mücadele sırasında aynı amaç için harekete geçen bir yığın parti, örgüt, çevre, küme vs. vardı. Devlet iktidarını ele geçirmek için verilen mücadele biteviye hasım üretmeksizin yapılamazdı. Liberalizmin iktidar değişimini bir seçimsel prosedüre yani bir seremoniye dönüştürmesi siyasetin bu ontik dediğimiz gerçeğini değiştirmez.
Dolayısıyla içinden geçilen dönemi otoriter-popülist bir dönem olarak kategorize eden kuramcılar aslında hiçbir şeyi açıklamıyorlardı. Açıkladıkları siyaset görüngüleriydi sadece. Kuramcıların bu tercihlerinin altında krizin etkilerini daha yeterince göstermemiş olması da etkiliydi. Liberal demokrasiler otoriter-popülist liderlerin tehdidi altındaydı. Bir münazara, istişare, diyalog ve uzlaşma sanatı olarak düşündükleri siyasete yabancısı oldukları kavramlar sızıyordu: düşman, hasım, çatışma vs… Hâlbuki liberal demokrasiler için bu kavramların etkinliğinin artması demek alarm zillerinin çalmasıyla eşdeğerdi. Liberal demokrasilerini çığırından çıkaran otoriter-popülist liderlerin siyaseti arenada yapılan bir mücadeleye çevirmesiydi. İşlerin yeniden rayına girebilmesi için onları ortaya çıkaran toprak kurutulmalıydı. Ama bu iş nasıl yapılacaktı?
Modilerin, Putinlerin, Orbanların, Le Penlerin, Erdoğanların, Bolsanaroların, Trumpların veya bunların muadili olanların çoğalması bir tesadüf olmazdı? Neden aynı tarihsel görüngünün semptomu olmasınlardı? Kriz derinleştikçe kitleler solun gerçek bir alternatif olamadığı her yerde sözde düzen eleştirisi yapan bu liderlerin etrafında bütünleşiyordu. Çünkü liberal kapitalizm kitleler için cazibesini kaybediyordu. Düzen siyaseti gerçek sorunlardan uzaklaşıp sudan meseleleri temcit pilavına çevirirken bu liderler kitlelere hoşnutsuzluklarının kaynağı olan hedefler gösteriyordu. Modi için örneğin Hint milliyetçiliğinin dışında kalan her şey düşmandı. Putin Rusya’yı eski muhteşem zamanlarına döndürmek için uğraşırken karşısına çıkan herkesi bu hedefe taş koyan düşman olarak niteliyordu. Erdoğan içinse varsa yoksa ‘yerli ve millilikten’ ibaretti tüm mesele. Bu kategoriye dâhil olmayanlar hasımdı, düşmandı.
Bu dil, jargon, söylem hiç de yabancı değil. Kulaklarımıza bir yerden aşina. Klasik faşizmin dili de böyleydi. Naziler için düşman Yahudiler, Komünistler, Sosyal Demokratlar, Liberaller ve Aryen olmayan her şeydi. Naziler için kendileri dışındaki herkes gayrı millîydi. Mussolini için onun büyük Roma hayalini paylaşmayanlar düşmandı: işçiler, sendikacılar, komünistler ve anti-faşistlerin tamamı. Otoriter-popülizm diyerek gerçek adıyla henüz çağrılmayan bu olguyu yerli yerine yerleştirmeksizin ne Trupm’ın zaferini anlayabiliriz ne de bu tehlikeli gidişatın önüne geçebiliriz. Olguyu anlayabilmek için başka kavramları devreye koymalıyız. Liberal kapitalizm bir seraba dönüşürken onun değerlerine tutunursak Amerikan demokratları gibi kendimizi kandırır ve büyük kaybederiz. Öncelikle kavramsal cephaneliğimizi yenilemeli ve işe buradan başlamalıyız. İster ‘süreç olarak faşizm’, ister ‘neo-faşizm’ isterse de ‘ön-faşizm’ diyelim, öncelikle olanı biteni bu değerlendirmenin ışığında anlamaya başlayalım. Trump semptomatik bir olgu olarak faşizmi çağırıyor, onu güncelleştiriyor ve tarihi bir eğilim olarak karşımıza dikiyor.