Trump’ın Yeniden Dönüşü (2)
Trump’ın neden kazandığına değil Demokratların niçin kaybettiğine bakalım bu yazıda. Demokratların kaybetme nedenlerini anladığımızda Trump’ın niçin kazandığını anlayacağız çünkü. Demokratların artık miadını doldurmuş bir ideolojinin içinden dünyaya baktıklarını söylemiştik önceki yazıda ve bu ideolojiyi de en genel hatlarıyla küreselleşmecilik olarak adlandırmıştık. Bu ideolojinin ilanı post-sovyetik döneme rastlamış olsa da kökenleri 1973’ün meşhur petrol krizine kadar gidiyordu. Petrol fiyatlarının spektaküler bir biçimde yükselişi krizin sadece dışa vuran bir semptomuydu. Kriz asıl olarak sermayenin, kapitalizmin kriziydi. İkinci savaş sonrasında hızlı bir büyüme trendi içerisine giren dünya kapitalizmi gelişmiş bölgelerinde Keynesçiliğin etkileriyle refah devletleri yaratmıştı. Yarı-çevre ülkelerde bu büyümeden paylarını alarak ithal ikamecilik sayesinde kalkınabilmişlerdi. Keynesçilik refah devleti sayesinde sınıflar arasında bir uzlaşma, denge sağlayabilmiş ve gelişmiş kapitalizmi devrim olasılığından bağışık tutabilmeyi başarmıştı. Örgütlü işçi sınıfı hem refah devletinin sağladığı imkânlar hem de sendikal gücünün getirdiği ağırlık nedeniyle hayat standartlarını görece yükseltmiş ve sistemle uyumlu bir pozisyona çekilmişti. Aynı şey yarı-çevrenin sendikalı, imtiyazlı işçi sınıfı bölükleri için de geçerliydi.
Petrol fiyatlarının yükselişi krizin ilk işaret fişeğiydi. Keynesçilik veya refah devleti denilen ve asıl olarak Batı’daki sosyal demokrat partilerin altın çağlarına işaret eden bir dönemin sonuna geliniyordu. Çünkü refah devletlerinden paylarını alan işçi sınıfının örgütlü bölükleri sosyal demokratların geleneksel tabanını oluşturuyordu. Kapitalizm büyüme eğilimi içinde iken elde ettiği karların bir bölümünü örgütlü işçi sınıfına aktarabiliyor ve bu sayede de sınıf uzlaşmacılığının zeminini hazırlıyordu. Bir sınıf uzlaşmacılığı ideolojisi olan sosyal demokrasi için bu zamanlar işte bu nedenle altın çağlar olmuştu. Sosyal demokratlar kapitalizmin ancak özgül bir dönemine uygun olan şartları ideolojilerinin yanılsamalı dünyası içinde bir tür sonsuzluk olarak algılıyorlardı. Genel olarak ideolojilerin seslendiği, hitap ettiği öznelerde bıraktığı izlenim tam da böyledir. Althusser’i referans alacak olursak eğer özneleri özne olarak inşa eden de ideolojinin bizzat kendidir. İdeolojiler bize doğruyu bilim ise gerçeği gösterir.
Kapitalizmin tarihsel bir krizden çıkabilmesi için Marx elinin altında iki aracın bulunduğunu söylemişti. Kriz sermayenin yapısal kriziydi ve sermaye doğası gereği bu krizleri üretiyordu. Krizin altında yatan olgu sermayenin azalan kar oranıydı. Sermayenin organik bileşimi için de sabit sermaye miktarının oransal olarak artışı kendini kar oranlarının düşüşü olarak gösteriyordu. Teknolojiye yapılan her yatırım, krizi aşabilmek için bilimi vasıta kılarak gerçekleşen her büyük teknolojik dönüşüm sermayeyi bir paradoksa sürüklüyordu. Teknolojiyi ilk kullanan sermaye birimi bu avantajla bir üstünlük elde ediyor ve devasa karlar ediniyordu. Ancak bir süre sonra rekabetin baskısı ile her sermaye kolu buna uyum sağlamak zorundaydı. Ortalamaya yaklaşıldığında sabit sermaye oranı yükseliyor ve sermayenin karı azalıyordu. Teknoloji dışında azalan kar oranının önüne geçmenin bir yolu da işçi sınıfının sömürüsünü göreli olmaktan çıkarmaktan geçiyordu. Bu ise işçi sınıfının kazanımlarına yönelik her cephede yürütülen bir saldırıyı gerekli kılıyordu. Dünya işçi sınıfına yönelik bu saldırının startı 1973 petrol krizi ile birlikte verildi. Bu saldırı Keynesçiliği rafa kaldırıyor ve sınıf uzlaşmacılığı çağını sona erdiriyordu. Bu ilk ideolojik yönelişin adı neoliberalizm olarak kodlanacaktı.
Neoliberalizm yalnızca işçi sınıfının kazanımlarına saldırmıyordu. Siyasi düzeyde tüm sol partileri, hareketleri, örgütleri hedef alıyordu. İdeolojik düzeyde ise asıl hasmı sosyalizmdi. Çünkü sosyalizm işçi sınıfının doğal ideolojisi, dünya görüşüydü. Sosyal demokratlar veya Keynesçiliğe yatkın diğer akımlarda sosyalizmin ana akımının etkisi altındaydı. Felsefi düzeyde ise neoliberalizmin hedefinde modernlik ve aydınlanma vardı. Aydınlanma aklın kullanılması ile insanın içinde yaşadığı nesnelliğe müdahale edebileceğine ve onu kendi ihtiyaçlarına uygun bir biçimde düzenleyebileceğini vazediyordu. Akıl bir kez kendi prangalarından kurtulduğunda yani geleneğin, dinin, inancın kısaca her tür otoritenin tasallutundan sıyrıldığında ve kendi kendini referans almaya başladığında insan şeyleri de istediği gibi yönetebilirdi. Neoliberalizm sonradan postmodernizm olarak karşımıza çıkacak felsefi tutum ve tavır ile aydınlanmacı dünya görüşünün içinden konuşan tüm birikime karşı geliştirilmiş bir taarruzdu.
Bu saldırıya solun içinde ilk önce sosyal demokratlar teslim oldu ve onları diğerleri takip etti. İngiliz işçi partisi üçüncü yol politikaları ile neoliberalizme teslim bayrağını çekti. Küreselleşme ideolojisinin ilanı için ise Sovyet düzeninin yıkılması bekleniyordu. Sovyet düzeninin yıkılması 20.yüzyılın en önemli tarihsel olayıdır. Hobsbawm’a kulak verecek olursak 20.yüzyıl Ekim devrimi ile başlamış ve Sovyet düzeninin yıkılması ile sona ermiştir. Sovyet düzeni içeriden çürüdüğü için yıkıldı ise de onu takatten düşüren ve çöküşünü hızlandıran asıl şeyde neoliberalizmin başlattığı taarruzdu. Sovyet düzeni çöktüğünde artık tarihin sonuna gelindiği ve kapitalizme alternatif olabilecek bir başak düzenin olmadığı ilan edildi. Sermaye karşısındaki asıl gücü dize getirdikten sonra şimdi kendi ihtiyaçlarına uygun bir ideolojiyi yerküreye hâkim kılmak için elverişli şartları oluşturmuştu. Küreselleşme sermayenin zaferini sosyalizmin ise ebedi yenilgisini ilan ediyordu. Küreselleşme ile birlikte sınıf çatışmaları sona eriyor, insanlık ezeli gerilimlerinden kurtuluyordu. Sınıf çatışmalarının sona ermesi ebedi barışı, uyumu, dengeyi getirmedi. İnsanlık bu defa çözdüğünü zannettiği sorunların pençesine düştü yeniden. Her yerde etnik husumetler, dinsel fanatizmler, partiküler kimlikler hortlamaya başladı.
Felsefi tavır olarak postmodernizmin etkisi altına giren sol aydınlanmacılığı aklın diktatörlüğü, Marksizm’i aydınlanmanın öz çocuğu, sosyalizmi bir daha belini doğrultamayacak imkânsız bir düş, işçi sınıfını ise artık dünyayı değiştirebilme kapasitesinden yoksun ve kendi çıkarlarının peşinde savrulan ve toplum içinde de azınlığa düşmüş bir kategori olarak görmeye başladı. Felsefi olarak her tür öze, töze, tinin her formuna savaş açıldı. Özcülük totalitarizmle eşdeğer sayıldı. Toplumsal formasyon her hangi bir tözden yoksun biçimde kuruluyordu. Tolumsal formasyonda sabit olmayan kerteler, düzeyler ve bunlar arasında da eklemlenmeler vardı. Radikal demokrasicilik öncekilerin ihmal ettiği bu kertelerin her birinin hakkını vermeyi ve bunları demokrasi düzleminde birbirine eklemlemeyi gerektiriyordu. Bunun için sınıfların maddi çıkarlarına hitap etmek yerine bunları bir söylem inşası içinde yanyana getirmek gerekiyordu. Radikal demokrasicilik de giderek liberalizmin keşfine dönecekti.