Suriye’de Neler Oldu (2)
Selefi-cihatçılar Halep’i çok fazla bir direnişle karşılaşmadan kontrolleri altına aldılar. Esat güçleri HTŞ şemsiyesi altındaki kuvvetlere karşı bir direnç sergilemedi. Halep’teki kısmi direniş şehirdeki Kürt mahallelerinde gerçekleşti. Ancak onlarda genel bir direniş olmadığını fark ettiklerinde kendilerine açılan koridor üzerinden kenti terk ettiler. Çok kısa bir süre içinde Halep kırsalıyla birlikte Colani liderliğindeki HTŞ’nin kontrolüne girmişti. Bu gelişme herkeste bir şaşkınlık uyandırdı. Dünya Esat güçlerinin kontrollü bir geri çekiliş planına sahip olduğunu düşünüyordu. Ağır kayıplar vermemek için ve asıl olarak da Şam’ı elden çıkarmamak için Esat güçleri Halep’i terk etmişti. Gazze savaşı nedeniyle İran’ın ve etkisi altındaki direniş ekseninin beli kırılmış olsa da bölgedeki gelişmeleri çok dikkatli biçimde takip eden analizciler Rusya’nın hava üstünlüğüne dayanarak selefi-cihatçıların güneye doğru inmesine izin vermeyeceğini düşünüyordu. Rusya Çarlık zamanından beri hayali olan sıcak denizlere inme hedefine Suriye iç savaşı sırasında ulaşmıştı. Tartus’ta bir deniz üssü edinmiş, Hymeymiy’de ise konuşlanacağı bir hava üssüne sahip olmuştu. Böylece Rusya doğu Akdeniz’e hâkim stratejik bir pozisyon elde etmeyi başarmıştı. Ruslar ayrıca selefi-cihatçılığa karşıydılar. İçindeki Müslüman nüfusun bu ideolojinin etkisi altına girmesinden endişe ediyor ve sürekli teyakkuz halinde bulunuyordu. ABD daha soğuk savaş döneminde hem Afganistan’da Sovyetleri büyük bir bozguna uğratmak hem de Orta Asya coğrafyasındaki halkları kışkırtmak için siyasal İslamcılığa büyük bir yatırım yapmıştı. Suriye’deki selefi-cihatçı savaşçılar içerisinde Rusya halkları içindeki Müslümanlardan oluşan taburlar bulunuyordu. Bunların Suriye’de edindikleri savaş deneyimi ile Rusya’ya dönerek iç karışıklıklar çıkarmasından Putin endişe ediyordu.
Güneye doğru ilerleyişine devam eden selefi-cihatçıların karşısına hiçbir güç dikilmedi. Altlarındaki savaş arabaları ile her hangi bir engelle karşılaşmaksızın ilerleyişlerine devam ettiler. Her hangi bir şehir savaşıyla karşılaşmadılar. Sanki Esat güçleri ortadan kaybolmuş gibiydi. Şehirlerde kitle hareketlerinden bahsetmekte mümkün değildi. Çünkü şehirler iç savaş nedeniyle çoktan boşaltılmıştı. Selefi-cihatçıların kentlere girişini çok az insan sevinçle karşılıyordu. Bunlar ise sıradan halktan çok zaten bu güçlere sempati duyanlardan ibaretti. Baas rejiminin askeri güçleri sahayı terk ettiği gibi İran devrim muhafızları ile Lübnan Hizbullah’ına ait milislerde ortadan kaybolmuşlardı. Lübnan Hizbullah’ının güçlerini çekmesi normaldi. İsrail’in çağrı cihazlarını patlatarak gerçekleştirdiği eylemlerde Hizbullah büyük kayıplar vermişti. 40 yıldır başında bulunan Nasrallah gibi karizmatik bir liderini kaybetmişti. Nasrallah 1982 yılında İsrail’e büyük bir yenilgi yaşatmıştı. Bu tarihten sonra Hizbullah Lübnan’da en önemli güç haline gelmişti. Hizbullah adeta bir karşı toplum ve alternatif bir devlet gibiydi. Lübnan’ın güneyinde yaşayan Şiiler üzerindeki tek otoriteydi. İsrail’e karşı verdiği mücadele nedeniyle bölge halklarında da sempati uyandırıyordu. Hastanelerden okullara, aş evlerinden sosyal organizasyonlara kadar Lübnan gibi devlet otoritesinin tam anlamıyla oluşmadığı bir ülkede hayatı tanzim ediyordu.
Ancak Hizbullah İsrail saldırıları nedeniyle Suriye’deki kuvvetlerinin büyük bölümünü Lübnan’a kaydırmıştı. Milislerinin önemli bir bölümü ile karizmatik genel sekreterini kaybetmişti. Nasrallah’ın yer altındaki sığınağındaki kaybı Hizbullah’a vurulan bir psikolojik darbeydi aynı zamanda. Çünkü Nasrallah çok sıkı korunuyor ve nerede olduğunu çok az kişi biliyordu. Önce Haniye’nin Reisi’nin cenaze töreni için gittiği Tahran’da Mossad tarafından öldürülmesi, Nasrallah’ın yer altındaki sığınağında toprağın altına işleyebilecek güdümlü füzeler ile imhası direniş eksenine vurulan büyük darbelerdi. Hizbullah İsrail’in kuzeydeki yerleşimlerini tahliyesini başarmış, Lübnan’ın güneyinden ülkeyi işgal etmesine direnmişti, ancak bunun karşılığı büyük kayıplar olmuştu. Arkalarındaki asıl güç olan İran’da İsrail saldırıları karşısında orantılı yanıtlar verememişti. İran hem önceki Cumhurbaşkanını kuşkulu bir helikopter kazası ile kaybetmişti hem de kendine bağlı direniş ekseninin biri ülkesinde olmak üzere öldürülmelerine aynı düzeyde karşılık verememişti. ABD’nin İsrail’e zaman kazandırmak için yaptığı çağrıların üzerine atlayarak olayların tırmanmasından huzursuz olduğunu düşmanlarına hissettirmişti.
Suriye sahasında Esat’ın ayakta kalmasını sağlayan iki büyük gücün bölgesel gelişmeler üzerindeki kontrollerini yitirdikleri fark edilebiliyordu. Gazze de soykırım duraklamaksızın devam ediyordu. Lübnan görece sakinleşmişti. İsrail ile Hizbullah arasında ateşkes ilan edilmiş ve taraflar aralarında Litani nehrini sınır olarak kabul etmişlerdi. 7 Ekim 2023 tarihinde başlayan Gazze savaşında hamle üstünlüğü İsrail’in elinde olmakla birlikte direniş ekseni de tümüyle kaybetmiş değildi. Ağır hasarlar almakla birlikte yıkılmamışlardı. Dünyanın tüm büyük güçleri bu arada kendini Trump’ın yeni dönemine hazırlıyordu. Ruslar olası bir barışı gözeterek Ukrayna’daki kazanımlarını arttırmak istiyor ve masaya güçlü bir biçimde oturmayı hesaplıyordu. Biden giderken Ukrayna’nın Rus topraklarına doğrudan saldırmasına onay veriyor ve Ruslar buna karşı nükleer silahların kullanılma standartlarını aşağıya çekiyordu. İsrail için ise değişen bir şey yoktu. Trump Biden’dan bile daha Siyonizm yanlısıydı. İlk başkanlık döneminde ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşımış ve Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımıştı. İsrail’in elini kolunu tutacak her hangi bir güç ortalıkta görülmüyordu.
İdlip’te kısmi de olsa bir yönetme deneyimi elde etmiş olan HTŞ ise uluslararası toplum tarafından terörist olarak görülse de bu aşamada gözden çıkarılmayacağının bilincindeydi. Türkiye Suriye’deki selefi-cihatçılardan kendine ‘milli bir ordu’ kurmuş olsa da HTŞ ile olan ilişkileri kötü değildi. HTŞ gibi Esat karşıtı bir gücün bölgedeki varlığı Türkiye’nin işine yarayabilirdi. Esat’ın ülkesi üzerinde tam bir egemenliğe sahip olması Türkiye’nin en son arzu edeceği şeydi. Türkiye kâğıt üzerinde bunu istiyor gözükse de sahadaki davranışları buna asla uygun değildi. Türkiye Irak deneyiminin farkındaydı. İç savaş yaşamış bir ülkenin on yıllarca belini doğrultamayacağını ve toprakları üzerinde tam bir otorite kuramayacağını biliyordu. Üstelik Türkiye hesaplarını bölgede statükonun devamı yönünde değil bozulması üzerine kuruyordu. Irak’ın ABD tarafından işgali sırasında Türkiye Kürtlerin hamiliğini üstlenme teklifini reddettiği için dışlanmış ve çok uzun bir süre gelişmelerin dışında bırakılmıştı. O zamanlar ordu Özal’ın ‘bir koyup üç almak’ planlarını veto etmişti. Şimdi ise ordu sınır ötesi hareketler ile savaşma kapasitesini arttırmış ve İHA ile SİHALAR aracılığıyla sınırlı da olsa bir hava üstünlüğü elde etmişti. Türkiye artık AB hedeflerinden uzaklaşmış ve kendini bölgenin lider ülkesi olma hedefine kilitlemişti. Bunun önündeki en büyük ayak bağı İran’dı. İran’ın ve direniş ekseninin kolunun kanadının kırılması en fazla İsrail ile Türkiye’yi memnun ederdi.