Suriye’de Neler Oldu
27 Kasım günü İdlip’i ve mücavir alanını uzun bir süreden bu yana kontrolü altında bulunduran HTŞ isimli cihatçı-selefi örgüt Halep üzerine yürümeye ve Suriye’nin Şam’dan sonraki bu en büyük kentini kuşatma altına almaya karar verdi. Kısa bir süre içinde ve her hangi bir direnişle karşılaşmadan Halep’in kenar mahallelerine ulaştılar. Halep Suriye iç savaşının en fazla zarar verdiği kentlerden birisiydi. Tarihte Biladü’ş-Şam olarak bilinen bölge Emevi hanedanlığına başkentlik yaparken Halep de bölgenin ticari merkezi olarak öne çıkıyordu. Ayıntap olarak bilinen Gaziantep Halep’in bir sancağıydı. Bölgedeki tüm şehirler yüzlerini Halep’e çevirmişti. Güneydeki Şam, Beyrut ve Kudüs ile entegre olmuşken Halep Türkiye’nin güneyinde kalmış vilayetleri ile Suriye’nin kuzeyindeki şehirlerin merkeziydi. Bu şehir Suriye iç savaşı sırasında tam anlamıyla yağma edildi. Fabrikaları sökülerek satıldı veya tüm ekipmanları ile birlikte Türkiye’ye taşındı. Halep şehir olarak boşaldı, tenha ve izbe bir yer haline geldi. Nüfusunun büyük bölümü ya İdlip’e cihatçı-selefi güçlerin kontrolündeki alanlara sığındı veya Türkiye’ye geldi.
Halep Suriye iç savaşı başladığında cihatçı-selefilerin kontrolüne giren ilk şehirlerden biriydi. Esat güçlerini Şam ve çevresi ile Lazkiye’ye kaydırmıştı. Halep ilk gözden çıkardığı yerdi. Bu tarihi şehir 2016 yılında cihatçı-selefilerden kurtarıldı. Şehir bu unsurlardan temizlenirken kara savaşını İran devrim muhafızları ile Lübnan Hizbullah’ına bağlı milisler yapmıştı. Rus uçaklarının yoğun bombardımanı altında cihatçı-selefiler İdlip bölgesine süpürülmüştü. İdlip Türkiye’nin hemen güneyinde olan bir bölgeydi ve tüm Suriye’nin cihatçı-selefileri buraya sığınmıştı. İdlip öncelikle Türkiye’nin koruması altında bir bölgeye dönüştürüldü. Türkiye yaptığı hareketler ile Fırat’ın batısındaki önemli bir bölgeyi zaten kontrolü altına almıştı. İdlip'te ise Astana görüşmelerinin sağladığı mutabakatlara dayanarak askeri bölgeler kurma hakkı elde etti. Aslında bu askeri üslerin kurulma amacı bölgeyi cihatçı-selefi güçlerden arındırmaktı. M-4 karayolunun kuzey kısmının kontrolü Türkiye’ye bırakılmıştı.
Astana görüşmeleri her hangi bir ilerleme sağlanamadan devam ediyordu. Ama taraflar sahada kendi çıkarlarına odaklanmıştı. Türkiye kontrol ettiği bölgeleri Esat’a karşı pazarlıkta elinde bir koz olarak bulunduruyordu. İran devrim muhafızları Esat adına sahayı tutan asıl güçtü. Lübnan Hizbullah’ının militanları da onlara destek veriyordu. Fırat’ın batı kısmındaki hava kontrolü ise Ruslara aitti. Hymeymim’i askeri bir üs haline getiren Ruslar Ukrayna savaşı başlayıncaya kadar Fırat’ın batısında kendilerinden habersiz kuş uçmasına dahi izin vermiyordu. ABD ise asıl ilgisini Fırat’ın doğusu ile Suriye-Ürdün sınırındaki bölgeye yoğunlaştırmıştı. Suriye Kürtleri ile taktiksel bir ilişki geliştirmiş ve Esat rejiminin umulandan daha dayanıklı çıkması karşısında rejim değişikliği hevesinden vazgeçmişti. Bu hevesin kırılmasında Halep’in 2016 yılında Esat güçleri tarafından alınmasının önemli bir rolü vardı. Ama ABD İdlip’e yığılmış cihatçı-selefi güçleri tümüyle gözden çıkarmaya da yanaşmıyordu. Türkiye ile ABD, Fırat’ın doğusunda karşı karşıya gelirken batısında aynı yerde saf tutuyordu. ABD, BM aracılığıyla bugün Şam’ı kontrolü altına alan HTŞ’yi terörist örgüt olarak ilan ettiriyor ve başındaki Colani’nin yerini bildirene veya kellesini getirene 10 milyon dolar para vaat ediyordu.
Bugün retrospektif bir okuma yaptığımızda Colani için vaat edilen paranın ve BM’den çıkartılan kararın HTŞ’nin başında gezdirilen bir Demokles kılıcı olduğu anlaşılıyor. ABD HTŞ’yi terörist örgüt olarak ilan etmiş, ancak temas kurmaktan, kıvama getirmekten de hiç vazgeçmemiş. HTŞ’nin 10 gün içerisinde Halep’ten başlayarak Şam’a varmasını ve bu kadar kısa bir sürede adeta bir metamorfoz yaşamasını başka türlü açıklayabilmek mümkün değildir. Her şey olup bittikten sonra Amerikalılar Colani ile ilk defa temas kuracaklarını söylüyor. Buna inanmak için Irak ile İran savaşırken Irak’ı destekleyen ABD’nin el altından İran’a silah sattığından habersiz olmak, yine vatandaşları İran devrim muhafızları tarafından yıllarca ABD’nin Tahran büyükelçiliğinde esir tutulurken ABD’nin mollalara gizliden gizliye silah satmaya devam ettiği bilgisinden yoksun olmak gereklidir. ABD işine yaradıktan sonra kimin terörist olduğu ile ilgilenmez. Çünkü kimin terörist olacağı konusundaki nihai sözü ABD söyler. EL Kaide ve Usame Bin Ladin Afganistan’da Sovyetlere karşı cihat yaparken ABD’ye göre birer özgürlük savaşçısıydılar. Ama cihatçılar palazlanıp mızrak çuvala sığmamaya başladığında ve Amerikan çıkarları hedef alındığı anda birer teröriste dönüştüler.
Dünün teröristi ile bugünün özgürlük savaşçısı arasındaki sınır çok ince ve oynaktır. Kimin terörist olup olmayacağına son tahlilde küresel emperyalist güçler karar veriyor. Eğer onların çıkarlarını hedef alıyorsanız istediğiniz kadar birer özgürlük savaşçısı olduğunuzu haykırın sesinizi duyan bile olmaz. Terörist olduğu ilan edilen bir örgütün iktidar gasp etmesine devrim denilir. Devrimin, ancak kitlelerin eseri olacağını ve silahlı güçlerin meşruiyetlerini asıl olarak buradan almaları halinde yaşanılan iktidar değişiminin devrim sıfatına hak kazanabileceğini söylemeniz nafile olacaktır. Çünkü ezilenlerin geleneğinin ürettiği kavramlar çoktan düşman tarafından yağma edilmiştir. Bu kavramlara sahip çıkacak kitleler oyunun dışına itilmiş ve seyirci konumuna çekilmişlerdir. Silahlı vekil güçler ideolojilerine, dünya görüşlerine, tarihin hangi yanında durduklarına bakılmaksızın emperyalizmin işine yaradıkları müddetçe aklanır paklanır, imajları yenilenerek yeni kılıklar altında sahaya sürülür. Emperyalizm gericilikle özdeş olduğundan gerici ideolojilerle ittifak kurmakta bir an bile duraksamaz. Çağdaşlığı, modernliği ve demokrasi konusundaki yaklaşımı ikiyüzlüdür. Bu maskelerini kolayca indirir ve kendine hizmet eden güçlerin gerçekte ne olduğu ile asla ilgilenmez.