Suriye’de Arap Alevi Katliamı (3)
Modern Arap milliyetçiliği ilk defa Lübnan ve Suriye’de ortaya çıktı. Bunun nedeni bu bölgelerin Batı ile teması en yoğun yerler olması yanında çok mezhepli, çok etnikli ve çok kimlikli bir coğrafya olmasının da etkisi vardı. Bu coğrafyada Sünniler, Nusayri Arapları, İsmaililer, Caferiler, Dürziler ve Hıristiyan Araplar içiçe veya yanyana yaşıyordu. Ayrıca Levant bölgesi olarak da adlandırılan bu bölge Avrupa ile ekonomik ve ticari ilişkilerin çok yoğun olduğu bir yerdi. İlişkiler sadece malların değiş tokuşu ile sınırlı kalmıyor düşünceler, fikirlerde karşılıklı değiş tokuş ediliyordu. O nedenle bu bölgedeki Arap milliyetçiliği diğer yerlere göre daha seküler bir içeriğe sahip olacaktı. Arap diline ve kültürüne büyük bir önem verecekti. Dinsel taassuptan ve İslami bir söylemden uzak duracaktı. Milliyetçi uyanış okullaşmanın da etkisiyle seçkinler arasında daha birinci dünya savaşı öncesinde başlamıştı ve birinci dünya savaşı bu taleplerin Osmanlıya karşı güçlü bir biçimde ifade edilmesine fırsat vermişti. Osmanlı Sevr ile birlikte galip devletler karşısında yenilgiyi resmen kabul ettiğinde 1918 yılında Suriye topraklarındaki son Osmanlı ordusu da buraları terk edecekti. Ortadoğu’nun yeni haritası savaşın galipleri olan İngiltere ve Fransa tarafından çizilecekti.
Suriye savaşın galibi olarak Fransa’nın payına düşmüştü. 1922 yılından bağımsız Suriye devletinin kurulduğu 1946 yılına kadar ülke Fransız yönetiminde kalacaktı. Manda idaresi de milliyetçi uyanışın farkındaydı. Üstelik bu uyanış Pan Arabist bir vizyona sahipti. Yani sadece Suriye toprakları ile kendisini sınırlamıyor tüm Arapları tek bir ulus-devlet çatısı altında birleştirmeyi hedefliyordu. Fransız sömürge idaresi bunu önlemek için böl-yönet şeklindeki klasik taktiğe başvurdu. Bölgenin tarihsel olarak biçimlenmiş demografik yapısı da bunun için müsaitti. Daha çok mezhebi ve etnik nedenlerle bölge halkları birbiriyle çok fazla kaynaşmadan ülke toprakları üzerine dağılmıştı. Fransızlar ülkeyi İskenderun, Halep, Şam, Dürzi ve Lazkiye merkezli Alevi bölgesi olmak üzere beş idari bölgeye ayırdı. Her birine geniş yönetsel yetkiler, otonomi tanıdı. Arap Alevileri bu sayede ilk defa kendi yaşadıkları ve çoğunluğu oluşturdukları topraklarda sınırlı da olsa egemenlik hakkına kavuşmuş oluyordu. Kendilerini Arap seçkinlerinin bir parçası olarak gören ve ufukları Arap milliyetçiliği ile vizyonu ile dolu Nusayri entelektüelleri birleşik bir Suriye’den yana iken halk üzerinde daha etkili olan şeyhler ve aşiret ileri gelenleri kendi devletlerinin hayali ile yaşıyordu.
Fransız manda idaresi altında Arap Alevileri açısından çok somut gelişmeler yaşandı. Bu topluluk tarihinde ilk defa kendi özgün kimliği ile kamusal alana çıkmaya başladı. Arap Alevi inancı batıni bir inanış olduğundan tüm batıni inanışlarda olduğu gibi sırrı herkese açmıyordu. İnanç çoğunluğun inancına ters düştüğünden ve tarih boyunca Rafızi sayıldığından inanç kamusal alanda kendini gösteremiyordu. Yönettikleri bir toprak parçasına sahip olmaları öz güvenlerini yerine getirmiş ve artık inançlarının meşruluğuna dair taleplerini herkesle paylaşma aşamasına gelmişlerdi. İlk defa bir kısım Nusayri Şeyhi, Ali’nin takipçileri olduklarını ilan etti. 1933 yılında Fransız manda yönetiminden Alevi Müslüman olarak tanınma talebinde bulundular. Suriye’de bunlar yaşanılırken İngiliz idaresi altındaki Filistin’e Yahudi göçü yaşanıyor ve durum her geçen gün endişe veren boyutlara varıyordu. 1921 ile 1948 yılları arasında Kudüs müftülüğü yapan Hacı Muhammed El-Hüseyni bir fetva ile Arap Alevilerinin Müslüman olduklarını ilan edecekti. Hanbeli mezhebine mensup ve ileri gelen bir İslam fakihi olarak kabul edilen İbn-i Teymiye, 14.asrın başlarında Arap Aleviliğini kâfirlikle suçlamış ve katlerinin vacip olduğu yönünde fetvalar vermişti. Ondan bu yana ilk defa bir Sünni ileri geleni Arap Alevilerini Müslümanlığın içinde görüyor ve meşru bir muhatap sayıyordu.
Suriye, yakın Doğu’da ve Levant bölgesinde yer aldığından tarih boyunca uygarlıkların karşı karşıya geldiği bir bölge oldu. Kuzeyden gelenler ile Güneyden gelenler Batıdan ilerleyenler ile Doğu’dan karşılarına çıkanlar karşı karşıya geldiler. Halep ve Şam iki merkez olarak sivrildi. Sünniler şehirlerde yaşıyoruz, ticari hayata hükmediyor ve esnaflık başta olmak üzere tüm mesleklerde çoğunluğu oluşturuyorlardı. Suriye’nin kalbi sayılması gereken iki kentte Sünni bir yaşam hâkimdi. Arap Alevileri’nin inançlarının dayanıklı kalmasının en büyük nedenlerinden biri batıni bir inanç olması ve sırrın kuşaktan kuşağa aktarılması ise diğeri de dağ ve sahil bölgesinin saldırılardan korunma konusunda sunduğu avantajdaydı.
Topluluk şehirlerde değil kırsalda yaşıyor, çiftçilikle uğraşıyordu. Büyük topraklara ve malikânelere sahip değildi. Ya büyük toprak sahiplerinin yanında ırgat olarak çalışıyor ya da kendi geçimlik üretimleri ile uğraşıyorlardı. Şehirleri Sünnilere terk etmişler, kırsala çekilmişlerdi. Fransız manda yönetiminin getirdiği en büyük yenilik okullaşma oranını arttırması ve bunun sonucunda Arap alevi nüfus içinden okula gitme eğiliminin yükselmesiydi. Eğitim her yerde sınıfsal olarak ezilmiş ve kenara itilmişler için toplumda yükselmenin ve statü sahibi olmanın aracıydı. Kırsalda yaşayan, çiftçilik dışında başka bir şey bilmeyen topluluk için çocuklarını okutmak ve meslek sahibi yapmak bir zorunluluktu. Bu onlara sunulmuş bir imtiyaz değildi.
Sınıfsal olarak oturmuş, geleneksel iş bölümünü kabullenmiş bir toplumda eğitim dışarıda kalanlar için yükselmenin yegâne aracıydı. Modern toplum olma halinden uzak bir yerde statü ve itibar sahibi olmak ancak geleneksel ilişkiler içinde mümkündü. Geleneksel ilişkiler ise bireylerin kendi yetenekleri ile toplum içinde yükselmesine izin vermiyordu. Çünkü mezhep, aşiret ve bölgesel kimlikler bireyselliğe yaşam hakkı tanımıyordu. Sınıfsal ilişkiler bile bu gerçekler üzerine oturuyordu. Suriye nüfusunun üçte birinden fazlasının yaşadığı Halep ve Şam ticari ve idari başkentlerdi. Sosyal, kültürel, idari ve siyasal yaşamın kalbi bu kentlerde atıyordu. Sermaye birikimi bu kentlerde toplanıyordu. Kültürel ve siyasi sermayeye ancak bu kentlerde ulaşılabiliyordu. Kırsalda yaşayan Arap Alevileri bu ilişkilerin çok uzaklarındaydı. İnançları onları kapalı bir topluluk haline getirmişti. Bu sayede inançlarını korumayı başarabilmişlerdi. Ama bunun karşılığı siyasi, iktisadi, kültürel sermayeden yoksunluktu.
Manda yönetiminin başlattığı eğitim reformundan en fazla yararlanan topluluk Arap Alevileri oldu. Çocuklarını okula gönderme konusunda herkesten daha istekliydiler. Okullaşma sadece ihtiyaç duyulan meslekler için beşeri sermayenin yaratılması anlamına gelmiyordu. Okullaşmanın en önemli nedeni bürokrasinin ihtiyaç duyduğu insan kaynağını karşılamaktı. Fransızların bir sömürge idaresi altında olsa bile bu konularda ne kadar titiz davrandıklarını anlatmaya lüzum yok. Bunu bilinçli yapıp yapmadıklarının tartışmasını burada yapmak niyetinde değiliz. Ancak nasıl Rus soyluları çocuklarını Avrupa’ya en ileri eğitimi almaları için göndermiş ve onlar oradan en yıkıcı fikirleri öğrenerek dönmüşlerse Fransızların kurduğu okullarda ileride Arap milliyetçiliği yapacak kadroları üretecekti. Arap Alevilerinin çocuklarını okula göndermesi yeni seçkinlerin, yeni bir orta sınıfın doğmasını beraberinde getirecekti. Ve bunlar özellikle Silahlı Kuvvetler gibi yerlerde öbekleşmeye başladığında gelecekte ülkenin kaderi üzerinde söz sahibi olacaklardı.