1. YAZARLAR

  2. Hacı Hüseyin Kılınç

  3. Suriye'de Arap Alevi Katliamı
Hacı Hüseyin Kılınç

Hacı Hüseyin Kılınç

Avukat

Suriye'de Arap Alevi Katliamı

A+A-

Suriye’nin Arap Alevi nüfusunun çoğunluğu oluşturduğu sahil kentleri, kasabaları ve köylerinde yaşanılanlar bölgenin nasıl bir barut fıçısı üzerinde oturduğunu göstermeye yetti. Arap Alevilerinin yaşadığı bölgeler HTŞ ve onunla birlikte hareket eden selefi-cihatçı güçlerin Şam’da iktidarı ellerine almadan önce de hedefleri arasındaydı. Ara sıra bu bölgeye sızarak katliam girişimlerinde bulunuyorlardı. 8 Aralık’ta Şam’ı ele geçirdiklerinde Arap Alevileri derin bir sessizliğe gömülmüşlerdi. İktidarı alan selefi-cihatçıların Arap Alevilerine yaklaşımı tam bir düşmanlık üzerine kurulmuştu.

İslam fıkhına göre gayrı Müslimler İslam’ın otoritesini kabullendikten ve ödemeleri gereken vergileri ödedikten sonra zimmi statüsü altında yaşamaya devam edebilirdi. Ancak bu hayat hoşgörüye dayalı bir düzenlemeye tabi değildi. Dinlerini yaymaları yasak olduğu gibi Müslümanlardan farklı olduklarını her an hissettirecek simge ve sembollerle kamusal alana çıkabiliyorlardı. Toplum durumunun söz konusu olmadığı ve bir arada yaşamanın kurallarının cemaatler arası ilişkilere göre düzenlendiği koşullarda eşitlikten söz edebilmek mümkün değildi. Cemaatler dinsel ayrımlara göre tasnif edilmişti ve her cemaate millet statüsü tanınmıştı. Her cemaat dinsel işleyişinde serbestiye sahipti. Ama tanınan bu hak hâkim millet olan Müslümanların insafına bırakılmıştı. İslam’dan saptığı iddia edilen inançlara bu kadar bir tahammül bile gösterilmezdi. Gayrı Müslimler kitap sahibi kabul edildiklerinden varlıklarına katlanılıyordu. Ancak İslam’ın Ortodoks yorumunun dışına çıkmış olanlar Rafızi sayılır, bunlar için katli vacip fetvaları çıkarılırdı. İslam’ın hoşgörüsünün sınırları siyasal ve toplumsal gelişmelere bağlıydı. İslam’ın kendini bir uygarlık düzeyine yükselttiği devirlerde bile Ortodoksi dışındaki inançlara tahammülü çok sınırlıydı. İslam’ın bayrağını kim eline almışsa siyasal hasımlarını dinden çıkmış görürdü.

Emeviler için Arap olmayanlar düşük bir statüye sahipti. İslam Arabistan yarım adasının dışına çıktığında ve başka halklarla karşılaştığında semavi vaadini bir yana bırakmıştı. Peygamberin tebliğ ettiği İslam insanlar ve kavimler arasında bir üstünlük tanımıyordu. Çağrıya uyan herkes kavmi, rengi, statüsü ne olursa olsun eşitti. Ama İslam Hıristiyanlık kadar muhalefette kalmadığı için vahyin içeriğindeki eşitlik sözde kalacaktı. Peygamberin ölümü ile başlayan tartışma bile İslam’ın bu vaatten uzaklığını anlamak için yeterliydi. Peygamberin ölümü sonrası yapılan tartışmalarda bir taraf onun ailesinden olmayı rüçhan hakkı olarak ileri sürerken tartışmadan galip çıkanlar peygamberin doğduğu ve tebliğe başladığı yerden olmayı iktidarı almak için yeterli sayıyordu. Yani İslam’ın evrensel eşitlik mesajı bir yana bırakılmış ailevi, kabilevi ilişkiler ön plana çıkmıştı. İktidar mücadelesinde İslam’ın orijinal mesajı değil geleneksel Arap toplumunun ailevi, kabilevi ve bölgesel unsurları devreye girmişti.

Emeviler bu tarzı iktidarlarını meşrulaştırmanın bir vasıtası haline getirdiler. Hanedanlıklarını bunun üzerine kurdular. Peygamberin yakınlarının iktidar üzerindeki hak iddiaları karşısında Arap asabiyesini devreye koydular. İslam Sasanilerin yıkılmasından ve Bizans’ın güçsüzlüğünden azami düzeyde faydalanırken çok kısa sürede doğduğu toprakların dışında büyük bir alanı fethetme imkânı buldu. Kılıçları karşısında başka halklar İslam’ı kabul ediyorlardı, ancak önceki inançlarını da yeni kabul ettikleri dinin içine taşıyorlardı. Emeviler yönetme hakkını soylulaştıran ilk kabile oldular.

Arap kavmi içinde yönetme hakkı Ümeyoğulları’nda iken başka halkları yönetme hakkı da Araplardaydı. Arap olmayanlara düşük bir statüde olmayı çağrıştıran Mevali deniyordu.

Ümeyoğulları iktidarın merkezini Şam’a taşıdıklarında Bizans ile komşu oldular. Ufukları çölle sınırlı bir kabile Bizans gibi Roma’nın sürdürücüsü olan bir imparatorluğun kültürel etki alanına girdi. Saray adabını, iktidarı bir hanedanlığa dönüştürmeyi, lüks ve şatafata duyulan tutkuyu yeni komşularından öğrendiler. En büyük düşmanları komşu Hıristiyan imparatorluğu Bizans değildi. Asıl düşmanları iktidar üzerinde hak iddiasında bulunmaya devam eden Ali’nin akrabalarıydı. Ali’nin takipçilerine destek çıkanlarda sonradan Müslüman olan ve Mevali denilen halklardı. Mevali sayılanlar Arap üstünlükçülüğü, kibri karşısında mazlum ve masum saydıkları Ali’nin yakınlarının yanında toplanacaklardı. İslam yayıldıkça, genişledikçe köklü geçmişleri olan başka halklarla karşılaşacak ve iktidar mücadeleleri sertleşecekti. İslam’a dâhil olan halkların önceki inançları ile şimdiki inançlarının karışımından senkretik denilen bağdaştırmacı yeni inanç biçimleri ortaya çıkacaktı.

Türkler İslam’a Şaman etkiler taşırken, İraniler önceki inançları olan Mecusiliği aktaracaklardı. Sufilik denilen tasavvufun oluşumunda Budizm’in ve Hint düşüncesinin güçlü etkileri olacaktı. Şimdi Şam’da iktidar olan selefi-cihatçıların katliamına maruz kalan Arap Alevi’si Nusayrilerin inançlarının ilk temelleri 10 ile 12.yüzyıl arasındaki Şii Rönesans’ı sırasında atılacaktı. İnanç olarak Nusayriliğin temelleri İslami Ortodoksinin dışındaki tüm inançların geliştiği Irak’ta atılmıştı. Bu inanç Şii uyanışının bir parçasıydı. Şiilik ise Arap İslam’ına verilen İrani bir cevaptı. Bizim Irak olarak bildiğimiz yer tarih boyunca İran ülkesinin bir parçasıydı ve o kültürün etkisi altındaydı. İrani etkiler çok geniş bir alana yayılacaktı. Nusayrilik adını kurucusundan almış olsa da bir süre sonra şimdi yaşadığı topraklara aktarılacak ve Akdeniz kıyı şeridindeki dağlarda yaşayan topluluğun inancı haline gelecekti. Irak’tan aktarılırken doğduğu toprakların önceki inanç biçimlerini de yeni inanca aktaracak ve ortaya Şiiliğin ayrı bir kolu olarak çıkacaktı.

Bu inanç İslam Ortodoksisi tarafından her zaman sapkın ilan edilecekti. İslam Ortodoksisi kitap ve sünneti temel alacak ve bunun dışındaki her şeyi bi’dat sayacaktı. Kitabı ve Peygamberin sünnetinin aktarıldığı hadisleri işine geldiği gibi yorumlayacaktı. Bu yorum daha çok iktidarların hizmetinde olacaktı. Kelam gibi felsefeye açılabilecek kanallar kapatılırken teoloji fıkha indirgenecekti. Fakihler ise iktidar sahiplerinin kuluna dönüşecekti. İktidar sahipleri fıkıh yoluyla İslam’ı kuru ve renksiz bir hukuka indirgerken inananlardan tam bir itaat isteyecekler ve İslam’ın diğer yollarını dinden çıkma mürtet kabul edeceklerdi. Mürtet sayılanların ise katli vacipti. Suriye’nin yeni iktidar sahiplerinin atası saymamız gereken İbn-i Teymiye Nusayriler hakkında ilk ölüm fetvasını veren kişiydi. Teymiye’ye göre Nusayriler, Rafıziler ve Şiiler İslam’ın asıl düşmanlarıydı. Bu inancın mensupları gayrı Müslimlerden dahi daha tehlikeliydi. Onlarla el sıkışmak, onlardan alış veriş yapmak mekruh yani günahtı. HTŞ başta olmak üzere Suriye’deki selefi örgütlerin fetvalarına riayet ettiği şeyhlerin hala İbn-i Teymiye’nin fetvalarını tekrarladığını ve onun ruhunu diriltmeye çalıştığını biliyoruz. Arap Alevi’si Nusayriler yalnızca Esad ailesi ile aynı inançtan oldukları, BAAS’ın sağladığı otoriter laiklik altında bir parça can güvenliğine sahip oldukları, devrik rejimin tüm günahlarından sorumlu sayıldıkları için katledilmiyorlar. Nusayriler İslam’ın özgün bir yorumuna sahip oldukları, bu yorumun laikliğe yatkın oluşu ve Ortodoksinin her çeşidi ile arasında kapatılamaz mesafeler olduğundan dolayı da katlediliyorlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar