Suçluluk Sorunu ve Soykırım
Hüseyin Kılınç yazdı...
En acımasız katliamların, soykırımların failleri mahkeme karşısına çıktıklarında büyük bir soğukkanlılık içerisinde sadece görevlerini yaptıklarını, kendilerine verilen emirleri yerine getirdiklerini söylemişlerdir. 2.Dünya savaşı sonrasında Nazi döneminin sorumlularının yargılanması sırasında cevaplar bu şekilde gelmeye başlayınca Batı’nın düşünen insanları derin bir hayal kırıklığı içerisinde bu durumu sorgulamaya başlamıştır.
Son derece modern bir toplum, büyük düşünürler, sanatçılar, bilim insanları üretmiş olmasına rağmen böylesine bir barbarlığın altına nasıl imza atabilmiştir. Görevlerini yaptıklarını söyleyerek savunma yapan üst düzey Naziler bunu olaydaki sorumluluklarını üzerlerinden atmak gibi bir samimiyetsizlik ve riya içinde yapmıyorlardı. Gerçektende yaptıkları işlerin görevlerinin doğrudan uzantısı, bulundukları pozisyondaki herkesin yapması gereken sıradan görevler olduklarına inanıyorlardı.
Bu durumu daha da içinden çıkılmaz kılıyordu; nasıl oluyordu da Beethoven, Wagner dinleyen bu kültürlü insanlar yaptıkları işin ahlaki ve vicdani sorumluluğunu üstlenmekten bu kadar rahat biçimde uzak durabiliyorlardı. Çünkü soykırım mekanları adeta bir üretim yeri, bir işlik ve fabrika gibi örgütlenmişti. Tıpkı bir fabrikanın üretim sürecinin en ince ayrıntısına kadar tasarlanmasında olduğu gibi soykırım da bütün incelikler düşünülerek ve tasarlanarak gerçekleştiriliyordu. Yahudiler, çingeneler gaz odalarına gönderilirken Nazi subayları odalarında Wagner dinleyerek işlerini görüyordu.
Alman toplumu herhangi bir toplum değildi. Sanayileşme ve kapitalistleşme süreçlerine geç girmiş olmasına rağmen geç kalmış olmanın avantajlarından da yararlanarak hızla sanayi toplumu haline gelmiş, ulusal birliğini tamamlamıştı, fakat burjuva demokratik dönüşümünü sağlayamamıştı. Burjuva demokratik dönüşümünü sağlayamadığı için de toplumsal ilişkiler demokratikleşmemişti. Yüksek sınıflar içerisinde aristokratik değerler ve junker kültürü önemli bir yer tutuyordu. Sömürgelerin paylaşımına geç kalmış olduğu için sanayisine pazar bulmakta büyük sıkıntı yaşıyordu ve içerde de hergün sayısı artan ve siyasal örgütlülüğünü gerçekleştirmiş bir işçi sınıfı gerçeği vardı. Dolayısıyla egemen sınıf bir açmaz içerisindeydi. Bir taraftan pazar sorunu çözmek için yayılmacı ve saldırgan olmak yani emperyalistleşmek zorundaydı diğer taraftan da örgütlülüğü artan işçi sınıfını da düzen içine çekebilmek için devleti dönüştürmek zorundaydı.
Daha sonra tekrar değineceğimiz Yahudi düşünür Hannah Arend Totalitarizmin Kaynakları isimli seri çalışmasının Emperyalizm kitabında Lenin’den farklı olarak emperyalizmi burjuvazinin ilk hakimiyet biçimi olarak değerlendirir. Devlet mülki egemenliği temsil ederken sermaye parasal egemenliği temsil eder. Aralarında zaman zaman sorunlar yaşansa da bu iki egemenlik biçimi birbirini koşullar ve etkiler. Sermaye devleti yayılmacı olmaya koşullarken devlet de sermayenin isteklerini koşullayarak toplumsal açıdan kabul edilir hale getirir. Emperyalizm hem devletteki hem sermayedeki hem de toplumdaki dönüşümün bir sonucu olarak ortaya çıkar.
Kuşkusuz modern devletin işleyebilmesi ve fonksiyonlarını yerine getirebilmesi için bürokratik akılcılığa ihtiyacı vardı. Alman sosyolog modern devletin en ayırt edici özelliği olarak şiddet tekeline sahip olmasını göstermişti. Devletin devlet olma vasfına sahip olması için topluma dağılmış olan şiddet kullanma hakkını üzerine alması gerekir. Yine devletin toplumsal ihtiyaçları karşılayabilmesi için kusursuz bir bürokratik akılcılık ile donatılması gereklidir. Modern devlet hayatın her alanına sızar, piyasanın işlemesi için gerekli ortamı hazırlar, yurttaşlar arasında çıkan itilafları uhdesine aldığı yargı erki ile çözer ve uymayanları zor aygıtlarının gücüyle hizaya getirir.
Bürokratik akılcılık tıpkı Taylorist fabrika örgütlenmesi modelinde olduğu gibi sadece kendisine verilen işe odaklanmış, işinden mesul olan, yönetmelik, genelge ve talimatlarla yapacağı her iş en ince ayrıntısına kadar düzenlenmiş bir memur sınıfına ihtiyaç duyar.
Bu hiyerarşik ilişkiler silsilesinde öznel davranmaya, kaçamak yapmaya kısaca keyfiyete yer yoktur. Kapitalist/bürokratik devlet aklı böyle çalışır. Büyük bir sistem ve onun herbir dişlisi uyum içerisinde olmak zorundadır. Aynı Weber bu işleyişi demirden bir kafese benzetmişti. Modern devlet herkesi demirden bir kafesin içine hapseder, sistemin dişlisi haline getirir ve dışarıyla yani özgürlükle olan ilişkisine son verir.
İşte bu bürokratik akılcılık emperyalizm aşamasında Alman devlet ve toplumunda en mükemmel haline ulaşmıştı. Herkes Hitler’i bir cani , katil , insanlık dışı bir varlık olarak değerlendirir, ancak soğukkanlı tarihçilere göre o büyük başarıların altına imza atmış bir adamdır aynı zamanda. 1938 yılına kadar yaptıkları iktisadi anlamda muazzamdır. Hem Bettelheim hem de Sabestian Haffner gibi adamlar bunu uzun uzun anlatır. Gelişmiş bir ordu, büyük altyapı yatırımları, müthiş bir ekonomik büyüme ve Alman toplumunun çoğunluğu bu gidişten memnundur. Halk adeta Hitler’e ve Nazilere tapınmaktadır.
Soruya geri dönüş yapacak olursak bir akıl tutulması ile karşılaşırız. Böylesi bir barbarlığa nasıl sessiz kalınmıştır, bürokratik akılcılık ahlakı ve vicdanı nasıl iptal etmiştir, Yahudiler gaz odalarında can verirken, insanlığa kardeşliği ve özgürlüğü muştulayan Schiller’in şiirinden 9.Senfoniyi üretmiş olan Beethoven’in müziği bu işe nasıl alet edilmiştir. Herkes kendince bir açıklama yapmıştır. Ancak ben en makul ve anlaşılır açıklamanın Frankfurt okulu üyelerinden geldiğine inanıyorum.
Bu okulun üyeleri ve ardılları aydınlanmacı aklın nasıl bir araçsal akla, onun özgürlük vaadinin nasıl bir baskı düzenine, kardeşlik ütopyasının nasıl bir totaliter düzeneğe dönüştüğünü anlamaya vakfetmişlerdi kendilerini.
Aydınlanma faşizm yani Nazizm ile birlikte bütün vaatlerine ihanet etmişti. Eleştirel akıl araçsal akla dönüşmüştü. Kant’ın aklını kullanmaya davet ettiği insan aklını bürokratik ve araçsal bir akla dönüştürerek toplama kamplarını, gaz odalarını icat etmişti. Kant’da insanı yücelteceği, ergin hale getireceği umulan akıl 150 yıl sonra kendi zıttına dönüştürmüştü.
Aydınlanma aklı modern bir sanayi toplumu, eğitimli bir nüfus, kusursuz işleyen bürokratik bir aygıt yaratmıştı, ancak tüm bunlar eleştirel bilincin, sorgulayıcı aklın, kamusal ahlakın ve vicdanın çöküşü pahasına gerçekleşmişti. İnsanlık aklını mükemmel teknolojiler üretmek için seferber etmişti ancak bu kendisine nepalm bombaları ve gaz odaları olarak geri dönmüştü. O nedenle Naziler yaptıkları işin sorumluluğunu üstlenmekten yoksun insanlardı. Gelişmiş emperyal bir aygıtın sıradan dişlileri oldukları için kendi ürettikleri canavarın farkında bile değillerdi. Cevaplarında samimiydiler, yalan söylemiyorlardı.
Sonra bahsettiğim Yahudi düşünür Hannah Arenh Nazi subayı Echmann’ın yargılanması sırasında aynı ifadelerle karşılaşınca Frankfurtçular’ın ‘ akıl tutulması ‘ dediği şeye ‘ kötülüğün sıradanlığı ‘ dedi. Arend nazi zulmünü en derinden yaşayanlardandı, onlarca akrabasını kaybetmişti ve kendisi de ülkesinden ayrılmak zorunda kalmıştı. O emperyalizm aşamasını artık kötülüğün sıradanlaştığı, banalleştiği ve örgütlü hale geldiği bir durum olarak tasavvur ediyordu. Kötülük o kadar sıradan ve normaldirki artık insanlar yaptıklarının kötülük olduğunun farkında dahi değildirler.
Sadece vazifelerini, devletin buyruğunu yerine getiriyorlardır. Bu sadece Naziler’in üzerine yıkarak sıyrılacağımız bir mesele değildir. Tüm bir uygarlık eğer bunu üretmişse artık iş o uygarlık ve onun temelleri ile uğraşmak olmalıdır. Gerçek cürüm sahipleri olarak Naziler işaretlenerek olay kapatılamaz. Kapitalist uygarlık ve onun araçsal aklı faildir. O nedenle Adorno şunu söyler “ Auschwitz’den sonra şiir yazmak mümkün müdür? “
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.