Sığınmacılar ve Gerçek
Türkiye’de büyük çoğunluk hiçbir zaman ırkçılığı kendine yakıştırmadı. Irkçılık türü düşünce ve pratikler Batı’ya mahsus şeylerdi. Milliyetçilik denilen fikir akımı Batı’da Fransız Devrimiyle tarih sahnesine çıkmış ise ırkçılık da iki savaş arasında Avrupa’yı faşizme sürüklemişti. Hem saldırgan milliyetçilik hem de ırkçılık Batı merkezli ve bizle uzak yakın ilgisi olmayan işlerdi. Halbuki Türkiye’nin siyaset ve düşünce tarihini iyi bilenler bilir ki işin esası hiç de öyle değildir. Buraya mahsus milliyetçilik ile ırkçılık arasında çok ince sınırlar vardır. Devlet pratiğine baktığımızda resmi ideoloji veya toplumsal tutkal diyebileceğimiz milliyetçiliğin yerini sıklıkla ırkçı yönelimlere bıraktığına şahitlik ederiz.
Kendi içinde etnik meselesini çözememiş, yüzünü giderek doğusuna döndüğü için de bölgesel gelişmelerden daha fazla etkilenmiş ülkemiz için sorunların ziyadesiyle karmaşıklaşmaya başladığından rahatlıkla söz edebiliriz. İnsanlar yoksulluğun girdabında tutunacak dal ararken ülke kaynaklarının sığınmacılara, göçmenlere harcanmasından rahatsız oluyorlar. Bunları anlamaya çalışmak verilen tepkileri kabullenmek anlamına gelmiyor elbette. Bu tür tavırlara, çağrılara sessiz kalmak ırkçılığın yaygınlaşmasını önlemez. Bu hem aşağıdan hem de yukarıdan teşvik edilen bir yönelim. Aşağıdan olanının haklı gerekçeleri olabilir, ancak bu yönelimin ırkçılığa doğru genişlemesinin önüne set çekmek gereklidir. Yukarıdan olan ise bilinçli ve kasıtlıdır. İtinayla işlenmekte, önü açılmakta ve sırtı sıvazlanmaktadır. Bütün kötülüklerin, olumsuzlukların sığınmacılara fatura edilmesi gerçeklerin anlaşılmasının önündeki en büyük engel haline gelmektedir. Bu olgu gerçeğe en çok ihtiyacı olanların önlerine yanılsamalar dikmektedir.
Siyaset Platon’un doxa dediği kanaatlerle uğraşır. Sofistler bunun ilk örneğini oluşturuyordu. Filozof antik çağın entelektüeli olduğu için tavizsizce gerçekle uğraşıp onun üzerindeki sis perdesini aralamaya çalışırken sofistler gerçeği değil sitede oluşan kanaati esas alıyordu. Platon aradığı filozof kralı da hiçbir vakit bulamadı. Sirakuza kralını ikna çabası da başarısızlıkla sonuçlandı.
Muhalefet de tıpkı sofistler gibi hakikatler üzerinde değil kanaatler üzerinde sörf yapmayı tercih ediyor. Türkiye’nin Doğu/Batı koridorunun kavşak noktasında yer alması ve iktidarın bu coğrafi gerçeği kendisi açısından bir jeopolitik avantaja dönüştürmesinin üzerine tam anlamıyla gidilemiyor. Küresel kapitalizm ve onun şimdiki sopası olan ABD emperyalizminin dış politikası kontrollü kaos stratejisini esas almıştır. ABD’nin ve İsrail’in küresel güvenliğini tehdit eden ülkeler soğuk savaş sonrasında planlı biçimde kontrollü bir kaosun içine çekildiler. Bu güçlerin müdahalede bulundukları coğrafyalara düzen ve istikrar getirmek gibi bir niyetleri bulunmuyor. Ülkelerin maddi varlığını yıkmak, hammadde kaynaklarına aracısız ulaşmak, başka güçlerin girişini engellemek ve halkları birbirine kırdırmak kontrollü kaosun izdüşümü politikaların ana hedefleri olarak uygulamaya geçiriliyor.
Bu yıkım ve imha politikaları halkları yerlerinden ediyor. Devlet olma vasfını kaybetmiş haydut rejimler peydah oluyor. Nüfusun asgari, temel ihtiyaçları dahi karşılanamıyor. Vatan duygusunun bir dönem çok güçlü olduğu bu ülkeler dağıtılıyor, parçalanıyor. Ülke nüfusunun önemli bir bölümü haydutlaşmış rejimlerle etnik, mezhepsel, maddi çelişkiler yaşadığı için kitlesel göçlerle ülke sınırlarını terk etmek zorunda kalıyor. Bu nüfus hareketliliği milyonlarca insanı içine çekiyor. Gelişmiş kapitalizm etrafına yüksek duvarlar çekerek, kontrollü göçmen politikaları ile bu gelişmeler karşısında rahatından taviz vermek istemiyor.
Tüm bu hareketliliğin coğrafi olarak merkezinde bulunan Türkiye’ye ise biçilen rol Batı’nın paratoneri olmak. Tıpkı soğuk savaşta olduğu gibi Türkiye’nin elinde sadece coğrafyasının avantajlarından yararlanmak ve bunları Batı’ya pazarlamak kaldı. Geçmişte biçilen rol nasıl Batı’nın ileri karakol olmak idiyse şimdilerde verilen görev sığınmacı nüfusu toplamak, kontrol etmek, zapturapta almak. Bir taraftanda sermayesi için ucuz işgücü olarak değerlendirmek, emekgücünü baskılamak ve Batı’yla her karşılaşmada koz olarak elinde bulundurmak...
Sığınmacı, göçmen ve mülteci sorunu bize o çok övündüğümüz konukseverliğin, ensarlığın iç yüzünü de bütün hakikatiyle gösterdi. Bütün bunlar boş boş şişindiğimiz klişeleşmiş meğer. Batı’nın konformizmi, zengin ırkçılığı, etrafına çit çekme isteği ruhlarımızı ele geçirmiş. Biz de kimseyle karışmadan, lekelenmeden ve saflığımıza helal getirmeden yaşamak arzusundaymışız. İktidarın bilinçli ve kasıtlı sığınmacı politikasıyla yüzleşecek cesarete sahip değilmişiz? İdlip’e kaymakam atamak, okul açmak hoşumuza gidiyor, emperyal kibrimizi okşuyor, ancak iş sonuçlarıyla yüzleşmeye geldiğinde hıncımızı da garibana fatura ediyoruz. Aylan bebeğe acaba tekelci medya gözyaşı dökmeseydi toplu olarak ağıt yakar mıydık? Afganistan’da rol çalmak iyi, hoş, güzel, ama sınırı geçip geldiğinde ne işin var buralarda diye sormak da en doğal hakkımız.
Muhalefet de kanaatlerle değil, hakikatle uğraşmayı dert edinecek. Bütün gerçeği tavizsiz yurttaşın önüne koyacak. Irkçılığın, kibrin üzerinde kaçamakça sörf yapmayacak. Kendi gerçeğini kanaat haline getirmeye çalışacak. Yeni bir hakikat rejimi inşasından taviz verdiği müddetçe de mevcut iktidarın yarattığı dil hapishanesinin tutsağı olarak yaşamayı kabulleneceğini unutmayacak.