İki savaşın Almanlar yüzünden çıktığı propaganda edildiğinden Almanlar lanetli bir halk muamelesi görür. Bundan olsa gerek ikinci savaş bittiğinde Almanya dört ülke tarafından işgal edilmişti. Savaşın galipleri ABD, Sovyetler, İngiltere ve Fransa Berlin'i dörde bölerek paylaşmışlar ve geri kalan kısımları da aralarında pay etmişlerdi. Alman hırsını önlemek için ordu silâhsızlandırılmış, anayasa Amerikalılar tarafından yazılmış, istihbarat örgütü de bütünüyle CIA kontrolüne alınmıştı. Ayrıca geleneksel Fransız-Alman çekişmesinin önüne geçebilmek için de Avrupa Kömür ve Çelik Birliği kurulmuştu.
Gururlu Fransızlar Avrupa'nın ABD kontrolüne alınmasından rahatsız olsalar da bu gücü sınırlayabilecek imkanlardan yoksundular. De Gaulle 60'lı yıllarda bunu en ileri safhaya taşıyarak Fransa'yı NATO'nun askeri kanadının dışına çıkarmıştı. Avrupa'nın ekonomik olarak belini doğrultup atağa kalkmasıyla beraber 70'li yıllarda Avrupa'nın ABD kontrolünden çıkarak kendini yeni bir güç odağı olarak inşa edeceği beklentileri oluştu. Bu görüşü en yetkin biçimde savunan 4.Enternasyonal'in yürütme sekreteri de olan Belçikalı ünlü Marksist Ernest Mandel'di. Yunan kökenli Nicos Poulantzas ise tam tersini savunuyordu. Fransa örneği üzerinden Fransız sermayesinin ABD sermayesiyle çok derinden bütünleştiğini iddia ederek Amerikan sermayesinin Avrupa'yı neredeyse ele geçirdiğini iddia ediyordu. Poulantzas'ı okuyunca insan kendini sanki 'Kesintisizlerin' arasında dolaşıyormuş gibi hisseder.
Sovyet düzeni dağılıp çökünce tüm dünyaya bir karışıklık ve belirsizlik hakim oldu. ABD şimdi ne yapacaktı? Soğuk Savaş sona erdiğine göre ABD Avrupa'dan elini eteğini çekecek miydi? ABD bunu yaptığında post Sovyetik dönemin kaosu içerisinde Avrupa kendi güvenliğini nasıl sağlayacaktı? Tepeden tırnağa ABD'nin yeniden dizayn ettiği devlet aygıtları içerisinden Avrupa'nın savunduğu değerleri kıta ve dünya ölçeğinde savunacak bir irade ortaya çıkabilecek miydi? Sovyetler tam bir çöküntü içindeyken kapitalist restorasyonu tercih eden ülkeler sisteme iktisadi ve stratejik düzeyde nasıl içerilecekti? İkinci savaş sonrasında güvenlik politikalarını bütünüyle ABD'ye bırakmış olan Avrupalı güçleri bekleyen zorlu sorulardı bunlar.
ABD ise Avrupa'nın kontrolünü yitirmesi halinde küresel liderliğini nasıl sürdürebilirdi? Monroo doktrini ile Güney Amerika kıtasını 19.yüzyıl sonlarında arka bahçesi ilan eden ABD, Avrupa'yı sıkı kontrolü altına alarak küresel güç düzeyine yükselmişti. Kıtadaki kontrolünü kaybetmesi soğuk savaşın galibi olan bu gücün küresel liderliğini tartışmalı hale getirecekti. ABD stratejisi bu sorulara çok kısa sürede cevaplar verdi. Önce Gorbaçov resmen kandırılarak iki Almanya'nın birleşmesine ikna edildi. Bunun karşılığında NATO'nun doğuya doğru genişlemeyeceği sözü verildi. Bu sözün tanığı çok, ancak ortada bu konuya ilişkin bugüne kadar sunulmuş bir resmi belgede yok. Bu söz sayesinde Almanlar çok kısa sürede Doğu’yu yuttu ve etki alanını hızla Baltık ülkelerine kadar taşıdı. Doksanlı yılların ortasında ise Polanya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti NATO'ya üye yapıldı.
Soğuk Savaşın sona ermesi Avrupa'nın eleştirel entelektüellerinde kıtadaki ABD varlığını sorgulama sürecini hızlandırdı. Avrupa Birliği ile küresel bir ekonomik güç olma yolunda hızla mesafe alan birlik şimdi de Avrupa değerlerini ve kimliğini savunabilmek için bağımsız bir askeri güce sahip olmalıydı. Bunu en fazla dillendiren ülke Fransa'ydı. Fransızlar Batı Avrupa Birliğini ( BAB ) bir askeri güce dönüştürmek yönündeki heveslerini saklamıyorlardı. Almanları asıl meşgul eden ise Alman kapitalizminin ihtiyacı olan coğrafyalara doğru genişlemekti. Doğu Blokunun çözülmesi en fazla Alman sermayesinin işine gelmişti. Hem orta Avrupa hem Baltık hem de Polonya dahil tüm ülkeler Alman sermayesinin istilasına uğramıştı. Bu coğrafyalarda geçmişten bu yana Alman kolonileri de bulunuyordu ve Alman kültürü çok etkiliydi.
Avrupa'nın göbeğinde ikinci savaştan sonraki en büyük vahşet Yugoslavya'nın parçalanması sırasında yaşandı. Yugoslavya Hitler faşizminden kendini Tito'nun önderliği altındaki partizan savaşıyla kurtarmıştı. Yugoslavya adı altındaki ülke faşizmi kendi özgücüyle yenmişti. Ne Batı'nın ne de Stalin'in desteğini almıştı. Stalin'in buyurgan politikaları Tito tarafından kabul edilmedi ve Yugoslavya Avrupa'nın ortasında bağımsız bir adacık olarak kaldı. Hindistan'ın liderliğinde bağlantısızlar hareketi başlayınca da en önemli üyelerden biri oldu. Sovyetlerin çökmesine ve diğer Doğu Bloku ülkelerinin kapitalist restorasyonu tercih etmesine rağmen Yugoslavya'nın temelleri sağlam atıldığından ülke çetin ceviz çıkmıştı. Avrupa'nın göbeğindeki varlığı hem ABD stratejileri açısından hem de Alman sermayesi açısından rahatsızlık vericiydi.
Ünlü dış politika düşünürü Peter Gowan Yugoslavya'nın Alman sermayesi tarafından dağıtılırken yaşanan etnik soykırımları Avrupa'nın acziyeti karşısında ABD'nin bir yandan gizlice teşvik ettiğini diğer yandan da uzaktan uzağa seyrettiğini söyler. Amaç Avrupa'nın göbeğinde halklar birbirini boğazlarken AB'nin bu yangını söndürmek konusundaki çaresizliğini ayyuka çıkarmaktır. ABD'nin düzen kurucu, kargaşa önleyici, güvenlik tesis edici bir güç olarak yeniden sahneye çıkması ve Avrupa’nın bu özelliklerden yoksun olduğunun kanlı bir deneyle ispatlanması gerekiyordu. ABD'nin Avrupa'daki varlığına eleştirel bakan düşünürlerin büyük kısmı başta Habermas olmak üzere 'insani müdahale' adı altında ABD müdahaleciğine onay verdiler. Soğuk savaş sırasında politik ve askeri açıdan tam bir cüce olan Avrupa'nın soğuk savaştan sonrada kendi kıtasında barış, düzen ve istikrar sağlayıcı bir güç olamayacağı bir kez daha anlaşıldı. Kendini ırkla, dinle tanımlamayan bir değerler bütününün taşıyıcısı olduklarını iddia eden Avrupalılar burunlarının dibindeki bir boğazlaşmaya müdahale dahi edememişlerdi. Amerikan uçakları Sırp semalarında uçmaya başlayıp Belgrad yoğun bir bombardımana uğradığında Avrupalılar kendine geldi.
Yugoslavya'nın parçalanmasını, Kosava'nın doğuşunu Avrupa seyretmişti. Rusya bu sıralarda kendi derdine düştüğünden son anda küçük bir askeri gücü Kosava’ya indirdiğinde denkleme dahil olabildi. Ama iş işten çoktan geçmişti. Amerika’nın liderliğinde imzalanan Dayton anlaşması ile Yugoslavya bir daha canlanmamak üzere tarihe karışmıştı. Bütün bu süreçleri kurgulayan ve yöneten ABD Avrupa'yı stratejik açıdan yeniden kendine mecbur hale getirmiş, bağımsız bir güç olarak ayağa kalkmasını engellemişti. Gowan 90’lı yıllarda ABD Avrupa arasındaki ilişkileri daha tarih yapılırken böyle bir bağlamın içine yerleştirir.
Not: Yazının devamı Ukrayna Savaşı karşısında Avrupa'nın konumunu tartışacak.