Walter Benjamin zamanı infilak ettirmekten bahseder. Klasik Aydınlanmacılar ise zamanın ilerleyişine iyimser bakardı. Tarihin motoru hep ileriye doğru hareket halindeydi. Çünkü insanın bilinci ve eylemiyle zamana hükmedebileceğine inanılırdı. İnsan Kant’ın dediği gibi ‘ aklını kullanmaya cesaret edebilseydi ‘, Fichte’de olduğu gibi aşkın bir Ego olmayı becerebilseydi veya Hegel’de olduğu şekilde ‘ Mutlak Tinin ‘ yürüyüşünün öz-bilinci ile farkına varabilseydi zamanın iyimserliğine kendini bırakabilirdi. Tüm bu umutlar kaynağını burjuva iyimserliğinden alıyordu. 19.yüzyıl sonuna gelindiğinde umutlar yerini artık endişe bulutlarına terk etmişti. Her yerde yıkım, enkaz, parçalanma ve dağılma vardı. Çizgisel, lineer ve kronolojik zaman telakkileri sorgulanmaya başlamıştı. Bir put kırıcı olan Nietzsche bu konuda da öncülüğü kimseye kaptırmıyordu.
Herkesin tarihin yararından, erdeminden bahsettiği yerde o tarihin uğursuzluklarına, zararlarına dikkat çekiyordu. Hayvanın unutkanlığı karşısında insan toplumunun en büyük ızdırabı unutmayı becerememesiydi. Bir yerde şöyle der; “ (İnsan) unutmayı bir türlü (beceremeyip) hep geçmişe bağlı kalma eğiliminde olduğu için şaşar durur kendine: Ne kadar uzağa ve ne kadar hızlı koşarsa koşsun, zinciri de onunla birlikte koşar... İnsan ‘ hatırlıyorum ‘ der ve ha diyince unutan ve her anın yok oluşunu, gecenin ve sisin karanlığına gömülüp sonsuza dek ortadan kayboluşunu izleyen hayvanları kıskanır. “
Hatırlamak insanın elinden alınabilecek veya bizzat kendisinin yok edebileceği birşey değildir. İnsan unutmaya eğilimli olduğu gibi hatırlamaya da yatkındır. İnsan hatıralarını asla kontrol edemez, ondan kurtulamaz. Ne kadar geriye itelerse itelesin, ne kadar bastırmaya çalışırsa çalışsın, ne kadar üzerini bir daha çıkmamak üzere örttüğünü düşünürse düşünsün en ilgisiz, en alakasız ve en umulmadık yerde karşısına çıkar. Hatıralar kendi başlarına bir hortlak misali insanın karşısına dikilmezler. Yüzeye çıkmasını tetikleyecek durumlara, mekanlara ve anlara gereksinimi vardır. Mekanın özdeşliği hatıraları adeta bir sağanak misali boşaltır. Nesneler, eşyalar ve şeylerde böyle bir özelliğe sahiptir. Durumlar, anlar ve karşılaşmalar da hatıraları tetikleyici özelliklere sahiptir.
Zamana hep iyimser bakılırken insan geçmişine gömülmez. Geçmişe şimdiye ve geleceğe olan umudumuzu kaybettiğimizde tutunuruz. Zamanın kontrolünün elimizden kaçtığını hissettiğimizde hatıralara bir malzeme gibi yaklaşır ve oradan tutamaklar ararız kendimize. Modernliğe iyimserlik hakimden modernizm kötümserliği veri alır. Modernliğin kendi vaatlerine, umutlarına ihanet ettiği yerde sanat, edebiyat ve felsefe de modernizm çağı başlar. Eylemli kahraman hep toplumun zirvesine doğru yükselmeyi hedeflerken modernizm ile birlikte birey kendi içine sığınmaya, kendiyle meşgul olmaya ve yönünü yitirmeye başlar.
Modernizm için zaman temel sorunsallardan biri haline gelir. Zaman insanın arkasına aldığı bir güç olmaktan çıkıp önüne bir engel olarak dikilmeye başlar. Modernizmin bireyi geleceğe dair umutlarını geri çekmiştir. Sonsuz bir şimdi de adeta kaybolmuş gibidir. Bilinci ve benliği dağılmıştır. Hem zaman hem de mekan üzerindeki etkinliklerden uzak durur. Mekan ve zaman ona hükmetmeye başlar. Zaman onun için bir etkinlik alanı değil dağılmış bilincine malzeme toplayabileceği bir çıfıt çarşısı gibidir. Mekan ise bir devinim, dinamizm ögesi olmaktan çıkmıştır. Gerçekçi romanın taşradan çıkmış kahramanı en sonunda ya merkeze yerleşirdi veya merkezin rahat ve huzurunu bozardı. Şimdi ise birey merkezde şuursuzca sağa sola savrulmakta ve hangi yöne gitmesi gerektiğine bir türlü karar verememektedir.
20.yüzyıl felsefesinin en meşgul olduğu konulardan biri zamandı. Bergson felsefesi zamanı temel alıyor ve parçalara ayırıyordu. Kronolojik zaman ile düree dediği süre arasına bir çizgi çekiyordu. Bireyin hayatında asıl geçerli olan zaman sürenin kendisiydi. Bireyde yaratıcı atılımlarını bu zamanda gerçekleştiriyordu. Hayata enerjisini, canlılığını zerk eden bu tür zamanlardı. Heidegger ise Sokrates’den sonra unutulan ve ancak Nietzche ile kısmen anımsanan Varlığı ve onun zamanla ilişkisini tüm felsefesinin merkezine yerleştirecekti.
Benjamin’le başlamıştık onunla bitirelim. Benjamin’in 1940 yılında ölümünden hemen önce yazdığı ‘ Tarih Üzerine Tezler ‘i Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezleri kadar kıymetlidir. Marx için Feuerbach Hegel’den kendi keşfedeceği yeni bir kıta sayılması gereken tarihsel materyalizme geçiş için bir ara halkaydı. Hegel’in idealizmini Feuerbach’ın doğalcılığı sayesinde aşabilmişlerdi. Ama Feuerbach’da insan antropolojikti ve bir tarihten yoksundu. Tezler sayesinde Marx tarihsel materyalizme ilk adımını attı. Benjamin ise tezlerinde hem sosyal demokrasinin mekanizmine ve evrimciliğine meydan okur hem de üçüncü enternasyonalin kaba materyalizminde hesaplaşır. Benjamin için zaman ve tarih ileriye, mutlu yarınlara doğru ilerlemez. Tarihin her anı felaketlerle yüklüdür. Tarihsel maddecinin işi bu felaketlerin birikip devrim saatini beklemek değil bir an evvel içinde yaşanılan barbarlığa son vermektir. Bu nedenle ‘ devrim yapmak uçuruma doğru hızla gitmekte olan bir trende yangın alarmına asılıp treni rayından çıkartmaya benzer. ‘