Yılmaz Güney kötü bir sinemacıdır Nokta!

Barış Avcı

Bu yazının ‘önermesi’ Yılmaz Güney’in bir sinemacı olarak ‘kötü’ olduğunu son derece öznel kriterler eşliğinde ispata çalışmaktır. (Yeni başlayanlar için ‘önerme’ şu demektir; mantıkta, doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir olmak zorunda olan ifadelere önerme denir. Kesin olan cümleler yanlış veya doğru da olsa önermedir; yani cümlenin yanlış veya doğru olduğunun bilinmesi gerekmez, doğrulanabilir–yanlışlanabilir olduğunun bilinmesi yeterlidir.)

Hâl böyle olunca altına (yahut üstüne) imza attığım bu yazıda, “Yılmaz Güney kötü bir sinemacıdır” demeye hakkım vardır. Bu benim şahsi görüşümdür. Yılmaz Güney’in etrafına onun siyasal duruşundan kaynaklı örülen ‘dokunulmazlık zırhı’ benim bu sübjektif tespiti yapmama engel değildir. Bu izahatın ardından ‘iyilik ve kötülüğe’ dair iki paragraf daha tahammül edebilirseniz asıl mevzuya geleceğime emin olabilirsiniz.

İyilik ve kötülük kavramını Âdem ile Havva’nın ilk çocuklarına (Habil–Kâbil) kadar götürmek bu yazının sınırlarını aşar. Bana göre insanlar ikiye ayrılır; İyi ve kötü. Cinsel yönelimi, doğduğu coğrafyanın ona yükledikleri, bilip öğrendiklerinin aklına–vicdanına verdiği sorumluluk, doğuştan gelen ve sonradan edindiği yetenekler doğrultusunda tercih ettiği meslek–uğraşı, sosyal çevrenin etkisiyle yahut genlerinden gelen hobi–fobi ve daha pek çok unsur o iyi ve kötünün etrafına–üzerine eklenir.

Özetle şunu diyeyim iyilik ve kötülük toplumlara, inançlara, günün koşullarına göre değişir, gelişir. Dün tu kaka kabul edilen bir davranış biçimi bugün değişen ve gelişen normlar çerçevesinde gayet makul kabul edilebilir. Sözün özü şudur ki, bir insanın ortaya koyduğu ‘işe!’ iyi yahut kötü demek bizâtihi o işi yapan insana iyi ya da kötü demek değildir. Kaldı ki (tabi ki elbette yine bana göre) Yılmaz Güney sinemasının dışında özel yaşamında da genel geçer adab–ı muaşeret kuralları göz önüne alındığında ‘iyi’ kategorisine girebilecek bir ‘arkadaş’ değildir.

Elbette ki kendimi, ‘sinema konusunda her şeyi bilen müthiş bir sinema dâhisi’ olarak nitelendiremem. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki, ‘iyi bir sinema seyircisi’ ve vasat bir ‘sosyolojik analist’ olduğumu söyleyebilirim. Bu satırları bu gözle yargılamanız arzumdur. (Yazar burada söz konusu Yılmaz Güney gibi geniş kitlelerce kutsanmış bir karakter olunca lince karşı ön alma çabasındadır.)

Bugün ‘Yılmaz Güney Sineması’ olarak kabul edilen, birilerinin ‘toplumsal gerçekçi’ bana göreyse ‘sosyal mesaj kaygılı slogan atmaya çalışılmış’ filmler amatörlük kokan, sanatsal açıdan herhangi bir değer taşımayan çalışmalardır. Bu tespitim ‘Yılmaz Güney Severler Kulübü’nü (YGSK) fena halde rahatsız edecek biliyorum. Ama en azından yineliyorum. Bu yazıda ele aldığım ‘kötülük’ onun yaptığı ‘sinemaya’ dairdir.

Bir metinde okudum; ‘Türkiye’de insanların tahammül sınırı kendisiyle aynı görüşte olmayan birisiyle karşılaşana kadardır.’ Kendileriyle aynı görüşte olmadığım YGSK üyelerine yönelik izahatım bu kadar. Şimdi asıl konumuza geçebiliriz.

ÇOK HIZLI YAŞADI, ÇOK GENÇ ÖLDÜ VE FAKAT…

Yılmaz Güney 1937–1984 yılları arasında yaşadı. 47 yaşında vefat etti. Amiyane tabiriyle ‘hızlı yaşadı, genç öldü!’ 47 yıllık ömrünün ortalama 10 yılında Türkiye’de cezaevi ve farklı taşra şehirlerinde sürgündeydi.

Çocukluk hayalini gerçeğe dönüştürdüğünde mesleki kariyeri cezaevi, sürgün ve kaçak yaşam nedeniyle hep kesintiye uğradı. Fakat bu sıkıntılara rağmen son derece verimli bir sanat yaşamı oldu.

Yılmaz Güney filmografisini bir nefeste özetleyeyim; Sinema kariyeri boyunca 114 filmde oyuncu, 27 filmde yönetmen, 17 filmde yapımcı, 64 filmde senaristlik yaptı. (1980 askeri darbesi sonrasında film şirketlerine yapılan baskınlarda el konulup yakılıp yok edildiği bilinen ve ancak net sayısı bilinemeyen filmler bu toplama dâhil değildir.)

‘SİNEMA KARİYERİ 9 YIL SÜRDÜ!’ İDDİASI

Sinemaya 1958 yılında rejisör, asistan, senarist ve oyuncu olarak giren Yılmaz Güney 1961’de bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı’ iddiasıyla tutuklandı. Aldığı 1,5 yıl hapis ve altı ay sürgün cezası nedeniyle iki yıl sinemadan uzak kaldı. 1963 yılının son aylarında bir filmle yeniden sinemaya döndü. 1968 yılı Mayıs’ında askerlik nedeniyle yine sinemadan iki yıl uzak kaldı. 1970 Mart’ında askerliğini bitirerek sinemaya döndü.

1972 Mart’ında siyasi nedenlerle yeniden tutuklandı. 1974 Mayıs’ında tahliye oldu. Tahliyesinin ardından bir filmini bitirip ikinci filmin çekiminin başladığı ‘ilk iş günü’ 1974 Eylül’ünde yeniden tutuklandı. 8 yıl sonra 1982’de yeniden kamera arkasına geçebildi.

Bu ‘hizmet dökümü’ ve ‘detaylı kronolojiyi’ ömrünü Yılmaz Güney’in özel hayatı ve sinema kariyerine adamış Tahir Yüksel’in, ‘Karanlıktaki Işık: Yılmaz Güney’ isimli kitabından not ettim.

Yüksel’in analizine göre Yılmaz Güney’in “…sinema yapabildiği yılları topladığımızda 9 (yazıyla dokuz!) yıldan az bir zaman yapmaktadır. Türk ve dünya sinemasına altın harflerle yazılan filmleri böylesine kısa bir sinema yaşamına sığdırmıştır.”

ÖZGÜR DÜNYADA 15 YIL!

Ben Tahir Yüksel’in kronolojisine ve hesaplamalarına saygı duymakla birlikte kendi çetelemden şöyle bir toparlama çıkardım;

1961’de bir öyküsünde komünizm propagandası yaptığı’ iddiasıyla tutuklandı. 1,5 yıl hapis ve altı ay sürgün cezası nedeniyle iki yıl sinemadan uzak kaldı. 1972’de ‘yardım ve yataklık’ iddiasıyla 2 yıl hapis cezası aldı. 1974 yılında cezaevinden çıktı. Aynı yıl 'Endişe' adlı filmi çekerken Adana'nın Yumurtalık ilçesindeki gazinoda hâkim Sefa Mutlu'yu öldürmekten tutuklandı. 19 yıl hapse mahkûm oldu. 1981'e kadar yedi yıl hapis yattı. Cezaevinden kaçıp yurtdışına çıktı. 47 yıllık ömrünün yaklaşık 10 yılını cezaevinde geçirdi.

Kaldı mı sana ‘özgür dünyada’ geçirilebilecek 37 yıl. 22 yaşında ilk filminde oynadığı baz alınırsa sinema dünyasına adım attıktan sonra ‘dışarıda kalabildiği’ süre toplamda 15 yıl. Basit bir hesaplamayla Yılmaz Güney’in 1,5 ayda (45 gün) bir film çekebilmesi gerekiyor bilinen 114 filmlik kariyerini tamamlayabilmesi için. Bu matematiği kemiyet keyfiyet açısından değerlendirmek isteyenler için yazdım. (Yeni başlayanlar için temel okuma kılavuzu: “Kemiyet, ‘sayı çokluğu, miktar, nicelik’ demektir. Keyfiyet, ‘kalite, nitelik’ manasına gelir. Kemiyet ile keyfiyet birbirlerinin zıddıdır. Kemiyet çok bol miktarda bulunur, keyfiyet az bulunur, ama kalitelidir.)

‘YILMAZ GÜNEY FİLMLERİ’ NASIL ÇEKİLİYORDU?

Gazeteci Aydın Engin anlatıyor; “Talimhanedeki çatı katı. Sözleşmesi yapılmış, avansı alınmış, hatta adı konup afişi bastırılmış filmlerin henüz yazılmamış senaryoları üretiliyor. Örneğin: ‘At avrat silah’ Senarist yüzünü ekşitti. ‘Adı bile rezil bunun be! Kirleniyor muyuz ne?’ Gene o buruk gülüş. ‘Evet, ama kirlenen benim, sen değil. İşimize bakalım. Üstelik deney biriktiriyoruz. Seni bilmem ama ben deney biriktiriyorum. Mesela Yeşilçam sinemasında çorba içenlerden hiçbirinin dile yanmıyor. Oysa sıcak çorba zor içilir ve sinemada bu çok keyifli görüntüler verir…’

‘At, Avrat, Silah’ta senaristin düşünemediğini (!) o çekimde uyguladı. Çorbasını içerken dili yandı. Seyirci bu nüansı anladı ve sevdi. Görüntülerle düşünüyor. Birlikte çalıştığı görüntü yönetmenleri alışılmadık kadrajlara itiraz ediyorlar. ‘Kötü olur Yılmaz abi!’ O buruk gülüş; ‘Olsun ağam. Günahı bana yazılır. Sen çek…’

‘At hırsızı Banoş’un senaryosu yazılacak. O birkaç harikulade görüntü yakalamış. Onları bir senaryo kalıbının içine oturtması için Hortlak’ın önüne koydu. Görüntüleri anlatıyor: ‘Banoş kıza çiçek getirsin…’ Senarist dalgasını geçiyor, ‘Çok daha uyar ya… Krizantem mi begonya mı?’ ‘Dalga geçmek istiyorsan nafile… Sen görüntülerle düşünemiyorsun. Sinema yapıyoruz sinema…’”

Yılmaz Güney’in ‘senaryo taslaklarını yazan’ Aydın Engin yıllar sonra bile toz kondurmak istemediğinden olsa gerek elinden geldiğince romantize etmeye çalışıyor yaşanılanları. Sözünü, “Sinema yapıyoruz sinema…” diyerek bitirmiş kendisini ‘ti’ye alan senaristi Yılmaz Güney elbette ki yüzünde ‘o buruk gülüşle.’ Fakat geçmişten günümüze sinema okullarında bu işin heveslilerine öğretilen ilk kural şudur; “Sinema aceleye getirilebilecek, çekimlerde hallederiz, montajda bağlarız denilebilecek kadar ucuz bir iş değildir!”

Yine Aydın Engin’in tanıklığına başvuruyoruz, “Yeşilçam’ın acımasız çarkının içinde sanatsal kaygı taşımadan, kalite gözetmeden yapılan ve kendisinin bile benimsemediği filmleri (buraya dikkat edin bilahare hatırlatacağım.) daha sonra kendi istediği sinemayı yapabilmek için yaptığını söylüyordu.”

Engin, Yılmaz Güney’in ‘senaryo taslaklarını yazma işinde’ kendi adını kullanmadığını ve bu işi adını ‘kirletmemek için’ yaptığını bir vesile açıklamıştı. İşte Güney’in, Aydın Engin’in bu hassasiyetine dair sözleri, “Bak adını kullanmıyorsun. Senin adın kirlenmiyor. Ben kirleniyorum. (buraya da dikkat daha sonra hatırlayacağız.) Hiç kimseye muhtaç olmadan istediğim filmleri çekecek hale gelmenin başka yolu yok. Ama bir gün öyle güçleneceğim ki, hiç kimseye muhtaç olmadan bunu yapacağım ve istediğim filmleri çekeceğim.”

“VE BEN FİLMDE OYNADIĞIM ADAMLARI HAYATTA OYNAMAYA BAŞLADIM”

Yılmaz Güney’in ‘kötü bir sinemacı’ olduğuna dair kendi öznel değerlendirmeme en yakın tanığım bizzat kendisidir. Bakınız, bir röportajında bu durumu nasıl anlatıyor; “Haziran 1963. Konya’daki sürgün cezası bitti. Koltuğumun altında senaryolar Yeşilçam’ı dolaştım kimse iş vermedi. Nihayet bir küçük şirketle ‘İkisi de cesurdu’ filmini çektik. Filmler çok iş yaptı. Adana’dan Samsun’dan, Ankara’dan adamlar beni, ‘Yılmaz Güney filmi var mı?’ diye aramaya başladı. Ben birden meşhur oldum. İzmir’de 27 sinemada birden oynuyor film. Herkes alkışlıyor, bir kısmı tanımıyor falan. Fakat bir süre sonra ben çok meşhur bir adam olacağım. Mecburum meşhur olmaya. Çünkü iyi şeyler düşünüyorum… Belli başlı yerlerde halkla yüz yüze gelme olayı başladı. Sokakta konuşuyorum, halk çeviriyor. İlk defa sinemada bir adamın militan seyirciye sahip olması olayı çıktı. Ben işe militanca sarıldım ama siyasi anlamda militanca değildi. O işin gereklerini yaptım. (Bu cümleden sonraki sözlere özellikle dikkat isterim.) Ve bu beni çok olumsuzluğa götürdü. Onu söyleyeyim, çünkü samimi görüyor beni. Ve ben filmde oynadığım adamları hayatta oynamaya başladım.”

Bizzat Yılmaz Güney’in bu açıklamalarının ardından benim bir film izleyicisi olarak ticari açıdan ‘toptan, kabala’ çekilen ve sinema filmi kategorisinde gösterilen ‘şeyleri’ teknik açıdan irdelememe gerek var mı? Bence yok.

FİLMLERİ Mİ ONU, O MU FİLMLERİ TAKLİT ETTİ?

Yılmaz Güney’in kronolojik yaşam öyküsüne ulaşabileceğiniz binlerce kaynak mevcut. Kaldı ki zaten uzun yazdığımdan şikâyet edenlere bu yazıyı da uzatarak bir malzeme daha vermek istemem. Fakat Güney’in ‘Ve ben filmde oynadığım adamları hayatta oynamaya başladım’ cümlesinin aynen yaşandığı bir detayı vermezsem eksik kalır bu yazı.

ÖNCE FİLMİNİ ÇEKTİ SONRA BİZZAT YAŞADI!

Yılmaz Güney 5 yıl hapis yattıktan sonra 9 Ekim 1981 tarihinde izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevi'nden yurt dışına firar etti. Yılmaz Güney'in hapisten kaçışı da filmlerini anımsattı. Hapse girmeden önce çekmiş olduğu 'Şeytanın Oğlu' filminde, bir günlük bayram izninde dışarı çıkan ve kayıplara karışan bir adamın hikâyesini anlatmıştı. Bir günlük izinle hapisten kaçan Yılmaz Güney, Antalya'nın Kaş ilçesinden Yunanistan'a bağlı Meis adasına, oradan da İsviçre'ye gitti. Daha sonra Fransa'ya geçti ve yaşamının geri kalanını orada geçirdi…

YILMAZ GÜNEY SİNEMASI’NA DAİR ALTERNATİF OKUMA LİSTESİ

Yılmaz Güney hakkında neredeyse tamamı ‘güzellemelerden’ oluşan yüzlerce kitap, makale, inceleme, derleme mevcuttur. Bunları da okuyun arzu ederseniz ama eleştirel bir bakış açısını merak ediyorsanız bu yazının muhtevası gereği giremediğim bir kısım analizleri ele alan bazı çalışmalara da göz atmanızı hararetle tavsiye ederim.