Anadolu yarımadasının jeolojik oluşumu konusunda çok fikir sahibi değilim. Ancak Anadolu’nun dünyanın en eski yerleşimlerinden biri olduğunu biliyoruz. Kıtaları birleştiren özelliği ile Anadolu sayısız uygarlığa ev sahipliği yaptı. Üzerindeki insan hareketliliği hiç durmadı. Tarih boyunca burada yıkıcı, büyük depremlerin olduğunu biliyoruz. Savaşlara, kahramanlara odaklanan tarih çok uzun süre önce yerini sosyal tarihçiliğe bıraktı. Bu tarih sayesinde salgın hastalıkların, depremlerin tarihte büyük bir rol oynadığını öğreniyoruz. Değişimleri, kırılmaları, kopuşları tetikledikleri ya da çok hızlandırdıkları söyleniyor. Yaşadığımız ve hala etkisinden sıyrılamadığımız bu büyük depremde önemli sonuçlar doğuracak. Kısa sürede unutulacağını, her şeyin eskisi gibi olacağını düşünenler yanılıyor. Herşey eskisi gibi olmayacak artık.
Anadolu’nun otokton halkı olmayan Türkler bin yıldır bu topraklarda yaşıyor. Daha evvel yüzlerce yıl Orta Asya’nın steplerinde yaşadılar. Stebin sonsuzluğu onlara özgür bir ruh katmıştı. Göçebe yaşam tarzı ise bunu pekiştirmişti. Sınırda yaşama istekleri bundan kaynaklanıyordu. Göçebelik sürekli hareket demekti. Göçebenin gerçek yurdu at sırtı ve hayvanlarını beslediği otlaktı. Yüzlerce yılı bulan bir hareketten sonra Anadolu’ya geldiler ve bin yıldır da burada yaşıyorlar. Anadolu’nun kendilerinden önce yaşayan halkları veya geldiklerinde karşılaştıkları halklar onlar gelmeden buradaydı. Kalıcı bir yaşam kurmuşlardı. Doğanın ve yaşadıkları mekanın dilini güçlü alışkanlıklarıyla çözmüşlerdi. Yerleşim tercihleri, konut mimarisi bu güçlü alışkanlıkların etkisiyle oluştu. Türklerde buna kısa sürede uyum sağladılar. Topraktan yararlanmak için tepe, dağ yamaçlarına sırtlarını yasladılar. Bunda savunma ve korunma dürtüsüde etkili oldu. Böylece düşmanlarının saldırılarına karşı daha güvende oluyorlardı. Büyük çoğunluğu zaten göçebe yaşamı terk etmemişti. Hayvanlarına otlatacak yerler bulmak için transhümans yapıyorlardı. Antropolojik bir terim olan transhümans ile sürekli bir hareket içindeydiler.
Otorite ile başları hep dertteydi. Yerleşikliği temsil eden otorite ile özgür ruhları bağdaşmıyordu. Bu ırkın, etninin doğal bir özelliği değildi. Benzer bir üretim ilişkileri içinde bulunan tüm topluluklara has özelliklerdi. Merkezi otoriteyi temsil eden Devlet’in derdi göçeri yerleşik yaşama geçirmek, kontrolü altına almak ve sonrasında ise asker olarak yararlanmak ve vergi salmaktı. Bu ilişki yüzyıllarca devam etti. Doğu-Batı, Kuzey-Güney yönünde büyük transhümans hareketlilikleri gözlendi. Yerleşik yaşam ise dağınıktı ve alüvyonlu toprakların bol olduğu nehir kenarları tercih ediliyordu. Doğu devleti zaten varlığını topraktan yararlanmak için büyük sulama kanalları inşa etmeye ve gerekli büyük insan enerjisini örgütlemeye borçluydu. Birkez oluştuktan sonra ise varlığı amaç haline geliyordu. Dünyevi bir ihtiyacı karşılamak için birkez ortaya çıkan Şark devleti dini tümüyle kontrolü altına alarak kullarını yönetiyordu.
Anadolu’daki bu hareketlilik sadece göçebe Türkmenlerle sınırlı değildi. Bir uç beyliği olarak kurulan Osmanlı gözünü Anadolu’ya değil Bizans’ın egemenliğindeki Trakya’ya dikti. Gaza ruhu ile büyük bir aksiyon gücüne sahipti. Siyasal örgütlenmeleri askeri demokrasiye dayanıyordu. Kararlar ortaklaşa alınıyor ve yağma birlikte paylaşılıyordu. Bu bir devlet değildi ne arması ne icat edilmiş gelenekleri ne bürokrasisi ne de bir sarayı vardı. Büyüdükçe fethettiği yerleri yeniden iskan ediyordu. Sipahileri fethettiği yerlere yerleştiriyordu. Karıştır ve barıştır politikası izliyordu. Önce Trakya ve ardından Balkanlar fethedildi. Her yerde bu politikalar izlendi. Yükseliş döneminde bu politika fethedilen yerlerin halkına bile göreli bir barış getiriyordu. Çünkü güçlü bir otoritenin altında yaşamak nisbi de olsa bir istikrar demekti. Osmanlı yüzlerce yıl üç kıtayı bu şekilde yönetti. Kapıkulu bir bürokrasi varlığını devlete borçluydu. Özel mülkiyetinin güvencesi yoktu. İmtiyazlarını ancak halktan çekilen artık ürünle sağlayabiliyordu. Artığın çekilmesindeki sürekliliğin devamı mükemmelleşmiş iskan politikaları ile mümkündü. O nedenle tahrir defterine çok önem veriyor ve fethettiği yerin iğneden ipliğe kaydını tutuyordu.
Tahrir defteri sayesinde ne kadar at, öküz var, kaç insan yaşıyor ve ihyası için kaç kişi iskan edilebilir hepsi arşivleniyordu. Bu sayede yerleşik olanlarda tıpkı göçebeler gibi bir yerden bir yere hareket ediyordu. Ama onların hareketi üretim ilişkilerinden değil merkezi bir imparatorluğun artığı en çoklaştırma kaygısından besleniyordu. Şehir nüfusu çok sınırlıydı, İstanbul koca imparatorluğun merkeziydi ve Anadolu önemli ölçüde orayı besliyordu. Birkaç merkez değil en nihayetinde tek bir merkez vardı. Tanpınar’ın dediği gibi Osmanlı zihni Saray merkezliydi. Sultan ve saray istiaresi divan edebiyatının en gözde kalıplarıydı.
Osmanlı merkezi bir imparatorluktu tıpkı Roma, Bizans ve diğerleri gibi. Ulus devlet mantığı ile çözümleyebilmemiz mümkün değildir. Türkiye’deki tarihçilik övgü ile yergi arasında salındığından tam olarak anlaşıldığı söylenemez. Ya bir yok sayma sözkonusu ya da aşırı bir yüceltme hali var. Güncel siyasi meselelerimizin büyük çoğunluğu tarihten kaynaklanıyor. Osmanlı’ya karşı aldığımız tavır doğrudan bugünümüzü belirliyor. Bu tür kaygılarla ne tarihçilik yapılabilir ne de geçmiş üzerine konuşulabilir. Söyledikleriniz daima güncel meselelere tercüme edilir. Fransızlarda büyük bir devrim yapmıştı, kral ve kraliçelerini giyotine göndermişti. Biz sultanlığı elinden alıp yurtdışına gönderdik. Geçiş yumuşak olsun diye halifeliği yerinde bıraktık. Gazi düzenin oturduğundan emin olunca onu da ailesi ile birlikte dışarıya gönderdi.
Not: Bu konular üzerine yazmak istiyorum.