İlhan Tekeli yaşayan en önemli sosyal bilimcilerimizden. Sosyal bilimlerin birçok alanında yayınlanmış eserleri var. Asıl olarak bir şehir plancısı ve ömrünün büyük bir bölümünü ODTÜ’de talebe ve akademisyen yetiştirmeye adamış. Hocamız aynı zamanda 70’li yıllardaki ‘toplumcu belediyecilik’ modelinin oluşumuna emek verenler arasında yer alıyor. Bildiğim kadarıyla o yıllar Ankara Belediyesi’ne danışmanlık da yaptı. Birçok kent ve bölge planın altına imza atmış bir plan müellifi ayrıca. Sosyal bilimlere yaptığı katkı onlarca cildi buluyor. Yalnız şehircilik, yerleşim, mimari alanlarında değil iktisat tarihçiliğinden, Ege Bölgesi’ndeki milli mücadelenin tarihine, Kadroculardan Merkez Bankası tarihine, eğitim ve sosyal bilimlerin felsefesine kadar birbirinden çok değişik alanlarda eserlere sahip. Türkiye’deki kentleşme, gecekondulaşma sürecini en yakından gözlemleyenler arasında yer alıyor. Tarih Vakfının kurucularındandı ve bir dönem başkanlığını da yaptı. Vakfın çıkardığı İstanbul Dergisi ile Ansiklopedisi’nin yayın kurullarına başkanlık yaptı. O da tam bir rönesans insanı.
İlhan Hoca Türkiye’nin yerleşme tarihini beşe ayırır. Makale 1978 yılında yayınladığından sonrasını kapsaması mümkün değildir. İlk dönem klasik dönemdir ve bütün bir 16.yüzyılı içine alır. 17 ve 18.yüzyıllar ikinci dönem olup ‘büyük isyan’ diye nitelendirilen Celali ayaklanmalarının olduğu dönemi kapsar. Bu dönemde merkezi otorite sarsılmaya başlamış ve çevre güçleri olan ayanlar yerel otoriteler olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönem halk ağzında ‘kaçgun’ olarak da bilinir. Ovalar boşalmış, kentler ıssızlaşmış ve nüfus ciddi biçimde azalmıştır. Başıboşluk ve düzensizlik had safhadadır. 19.yüzyılda ayanların tasfiyesi ile merkezi otorite yeniden tesis edilmiştir. Osmanlı ekonomisi dünya kapitalizminin etkisiyle bir yarı-sömürgeleşme sürecine girmiştir. Kapıkulu’ndan farklı küçük burjuva karakterde yeni bir bürokratik zümre ortaya çıkmıştır. İlmiye, esnaf ve kentlerin boşgezerleri sınıfsal olarak kaybederken kazananlar aracılık faaliyeti ile gayrı müslim burjuvazi, ihraç tarım ürünlerini merkeze taşıyan, depolayan tüccar sınıfı ve piyasa ilişkileri dolayımına çekilen tarımsal üreticiler içinde büyük toprak sahipleri olmuştur. Toprak sahipleri arasından ticaretle uğraşanlara eşraf, finans kapitalin yaptığı işi daha örgütsüz ve bireysel düzeyde yapanlara tefeci-bezirgan denilmiştir. Bu tablo Kıvılcımlı’nın ‘Osmanlı Tarihi’nin Maddesi’ndeki anlatımlarına da yakındır.
Dördüncü dönem planlı kalkınma dönemidir. Kurtuluş Savaşı ile başlamış ve 1929 büyük bunalımının etkisiyle kalkınmaya plan yol göstermiştir. Başkent payitahttan alınarak bozkırın ortasına Ankara’ya getirilmiş yeni kentler daha çok sanayi işletmelerinin, büyük fabrikaların olduğu yerlerde kurulmuştur. Şehir planlaması için yurtdışından plancılar ve mimarlar davet edilmiş ve bir dizi kentin şehir planı bu kişiler tarafından hazırlanmıştır. Kalkınmaya, yeni bir ülke inşa etmeye, kentleri ihyaya büyük önem veren Gazi bu işlere nezaret etmiştir. Sınıfsal olarak küçük burjuva memur takımının kontrolündeki bu süreç onların yaşam tarzlarının izlerini taşımıştır. Düzenlilik, yataylık, ferahlık ana ilke olarak kabul edilmiştir. Dar bir alanda üst üste sıkışmış bir görünüme sahip Osmanlı kentinin aksine kentler etrafına doğru genişlemeye başlamıştır.
Devrim köylere giremediğinden köylü nüfusu yaşadığı mekanda tutma amaçtı. Sermaye birikimi ağır vergiler altında bunalan köylü sınıflardan sağlanıyordu. Köylüler tarihsel darlıkları ve ağır vergiler nedeniyle devrime sırtını çevirmiş ve Osmanlı’nın kaybeden sınıflarının destekçisi konumuna çekilmişti. Kemallst devrim kentlerdeki dar bir memur zümresine dayanıyordu. Neredeyse bir uygarlık transformasyonu olarak yaşanılan bu süreç geniş yığınları devrime yabancılaştırmıştı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara ve Panorama isimli romanları bu dediklerimizin bizzat devrim taraftarı biri tarafından teyidi anlamına gelir. Beklentiler kısa sürede hayal kırıklığına dönüşmüş ve geçmişin Kuvayi Milliyecileri bir distribütörlük, aracılık ve temsilcilik alabilmek için sermayenin karşısında gerdan kırmaktadır.
50’den sonra bürokratlar egemenliklerini ticaret burjuvazisi ile toprak kapitalistlerine terk etmek zorunda kaldı. Oyun kıymete binmesi köylü sınıflara bir özgüven aşılamış ve şehirliler karşısında tarih boyunca yaşadıkları mahcubiyetten kurtulmaya başlamışlardı. 3.Cumhuriyet Fransa’sına benziyordu Türkiye. İktidarın dayanağı köylülerdi. Fakat iletişimin ve ulaşımın artmış olması onların yalıtık hayatlarının altındaki toprağı çekiyordu. Köylüler taban fiyatın yükselmesi ile ceplerindeki para girdiğini gördüler. Makinalaşma kırları derin uykusundan uyandırdı. Sıkı bir Kemalist ve Gazi hayranı olan Aydemir ‘Toprak Uyanırsa’yı yazdı. Demiryolundan vazgeçilmiş ulaşım politikası olarak karayolu taşımacılığı esas alınmıştı. Kır ile kent arasındaki uzaklık kısalmaya başlamıştı. Toprak ağaları artık kentlerde konak sahibi olmaya başlamıştı. Eğlence hayatı da onları ihmal etmiyordu. Küçük Köylüler ile kır proleteryasının hayatında değişen birşey yoktu.
DP iktidarının sonlarına doğru kırdan kentlere göç hızlanmaya başladı. Burjuvazi içinde sanayi sermayesinin ağırlığı artıyordu. Sanayinin emek gücüne yani işçilere ihtiyacı vardı. Planlamanın olmadığı bu yıllarda maliyetleri düşürebilmek için fabrikalarda kent merkezlerinde açılıyordu. Lojistik ve ulaşım kalemi bu nedenle asgariye iniyordu. Yine yedek sanayi ordusunun baskısını bir kırbaç gibi işçi sınıfı üzerinde hissettirmek için tarımda makinalaşmanın yarattığı artık nüfus da kentlere akıyordu. Son tahlilde ana dürtüsü sermaye birikimini hakim sınıflar çıkarına düzenlemek olan devlet bu duruma kayıtsız kalıyordu. Gecekondu denilen ve yalnız bize mahsus olmayan bu kentleşme dinamiği sermaye ile devletin ortak bir ürünüydü. Emek gücünün yeniden üretimi yükünü sermayenin sırtından alabilmek için bulunmuş bize özgü bir kentleşme formülüydü.