Yazar Cengiz Açıkgöz'den muhteşem bir eser daha geliyor

Yüksel Mert

Yaklaşık 10 adet kitaba imza Atan Araştırmacı Yazar Cengiz AÇIKGÖZ; Muhteşem bir eser üzerinde çalışmalarına devam ediyor…Son kitap çalışmasından bir bölümü; Buyrun hep birlikte okuyalım:

“SEVGİ’SİZ MURAT”

Adım, Murat. 
Bir reklam şirketinde grafikerim.
O gün yine Beşiktaş’taki teras katındaki evimdeydim. 
Onsuz geçecek ilk gecemdi. 
Onsuz yani Sevgi ’siz ilk gecem. 
Ev arkadaşım Bülent’in saçma sapan felsefe ve din videoların arasından YouTube’den Sevgi’nin en sevdiği müziği arıyordum. 
Cahit Berkay’ın Kırık Bir Aşk Hikayesi film müziği, onun en sevdiği müzikti.  
Şarkıyı da filmini de çok seviyordu. 
Onun sayesinde ben de hem şarkıyı hem de filmi çok sevmiştim. 
Hele filmin sonuna yakın Hümeyra ile Kadir İnanır’ın bir masadaki son konuşması, ikimizi de ağlatıyordu. 
Kadir İnanır: “Mutluluk yanımızdan geçip gitti,” diyordu. 
Mutluluk yanımızdan geçip gitmişti.  
Bu müziği ne de çok severdi.  


Aslında yaşamımda severek yaptığım o kadar az şey vardı ki, bu onlardan biriydi.
Doğduğumdan berri yaban elde, el alemle birlikteyim sanki.  
Anam ve babam sanki başka biri, küçük dizlerimle emeklediğim o ev de sanki başkasının evi gibiydi.
Yakın zamana kadar hep annemi öz annem, babamı da öz babam gibi göremedim. 
Sanki anam ve babam tıpkı Ermeni ya da Rum aileler gibi beni İstanbul’a emanet edip kaçmış.
Hep, birilerinin bir gün bana gerçek ebeveynleri olduğunu itiraf edeceğini bekledim.
Bunun, o kadar da derin olmayan basit bir sebebi vardı. 
Babamı, özel bölgemin kıllandığı, ergenliğe ilk girdiğim zaman, Nişantaşı’nda bir restoranda gördüm.
Restoranda cam kenarında annemden daha genç bir kadınla sarmaş dolaş gülüşüyorlardı.  
Eve gitmek yerine parka gidip, hava kararana kadar yağmur altında boş bir salıncağa oturdum.
İçimdeki hayal kırıklığının şiddeti kişiliğimi çok derin sarsmıştı. 
Öteden berri gelen sevgi eksikliği bununla katmerlenmişti. 
Sevgisizlik tam bir işkence.
Saatlerce yüzüme damlayan yağmura, tuzlu gözyaşlarım karışıp durdu. 
Babam da artık annem gibi yabancıydı. 
Annemin yabancılığı ise ondan daha çok önceydi. 
Annem, ben daha altı aylık bebekken Obsesif kompulsif’e yakalanmış.
Evin, babamın, benim ve kendisinin düzen ve temizliğine kafasını takmış.
Düzen ve temizlikle o kadar meşguldü ki, bazen beni günde birkaç kez yıkardı.
Üzerimde bir leke varsa o gün asla yakınıma yaklaşmazdı. 
Ara sıra evde bir koku var diye, gece yarısına kadar evi parfümlü deterjanla silerdi.
Elbiselerim, ayakkabım, pantolonum hep kaliteli ve temiz olanından alırdı. 
Babam daha lisedeyken birbirlerini sevmişler.
Babamın askerden dönmesiyle birlikte de evlenmişler. 
Ben, onların ilk ve tek çocuklarıyım.
Babam bu kapitalist düzene bir köle daha getirmek istemediğini kasıla kasıla söylerdi.
Annem de ona katılırdı. 
İşte yıllar böyle geçmiş ve babam bu düzenin belki de en iyi işbirlikçisi olmuştu.
Kendini batılı, aydın ve çağdaş sanan aslında, işini bilen kariyer manyağı bir bürokrattı. 
Benim içinse o, restorandaki iğrenç adamdı. 
Kadının uzun sarı saçlarının ardındaki bembeyaz ensesini sağ eliyle nasıl da içten okşuyordu. 
Bunlar, otuz yıllık yaşam senaryomdan kesip atamadığım sahnelerdi. 
Birkaç ay öncesine değin teras kattaki bu dairede durmadan bu saçmalıkla savaşıyordum. 
Ona dek geçen ömrüm tam bir korku filmi gibi geliyordu. 
Aslında ödünç olarak başkasının ömrünü yaşıyorum gibi geliyordu.  
Birinin gece yarısı gördüğü kâbusta olmak gibiydi.   
Çok uzun zaman, yaşamımda yürekten sahipleneceğim bana ait hiçbir şey yoktu.
Hep, birilerinin benden istediğini yapmıştım. 
Yaşadıklarımı hep başkaları şekillendirmişti.
Ne zaman istediğim gibi yaşamaya kalksam, başkası olmakla suçlanıyordum.
Günün birinde babam, annemi terk edip o kadınla gitti.
Annem de bunun altında kalmayıp, üniversitedeki İngiliz akademisyen arkadaşıyla New York’a gitti. 
Bu berbat aşkın meyvesi olan ben, Beşiktaş’taki bu kiralık teras katta mahsur kaldım. 
Bir gün işyerinde çalışan bir kıza vuruldum. 


Yaşamımda gerçekten de ilk defa güzel şeyler olamaya başlamıştı.
Sevgi benim için en güzel şeydi. 
Onun da adı Sevgi’ydi. 
O, benim Sevgi’mdi. 
Ne var ki, o gaddar ömrüm buna tahammül edemedi. 
Çok ama çok kısa sürdü.
Sevgi beni terk etti.
Kısa pantolonlu bir çocukken eksikliğini hissettiğim Sevgi, büyüyüp sevgilim olduğunda da beni terk etti.
Oysa ne kadar da beni sevdiğini söylüyordu.
Sevgi de beni sevgisiz bıraktı.
Babam terk etti. 
Annem terk etti.
Sevgi, içini kemiren o sinsi kanseri yenemedi. 
Onkolojinin yoğun bakım odasının penceresinden gökyüzüne süzüldü.  
İşte o akşam gökyüzüne Sevgi’yi bana göstermesini istedim. 
“Sevgi, neredesin? 
Çocukluğum neredesin? 
Gençliğim neredesin?
Ruhum neredesin?
Tanrı neredesin?
Bana sevgim gerek. 
Tanrı, sende sevgi çok değil mi?
Neden bana vermiyorsun?
Konuş benimle Tanrı?
Konuş benimle?
Artık her şey boş. 
Neden yaşamamı irada ettin?
Sevgi nerede?
Sevgisizlik neden?
Artık yeter. 
Sen, annem, babam ve herkes beni yordunuz.
Seçmediğim bir hayatı daha fazla yaşamayı istemiyorum.
Buna bir son vereceğim.
Ölmeli ve bana ait olmayan bu kabusa bir son vermeliyim. 
Ölmeli ve bana ait olmayanın kaybına değil; bana ait olana kavuşmalıyım.
Ömrümün karanlığının beni yutmasına daha fazla izin veremem.
Geriye benden bir eser kalmamalı.”
İşte o terasta Tanrı ile bağıra çağıra böyle konuşurken pencerelerden kafalar sarkıp bana bakmıştı.
Sarhoş olduğumu düşünüp hiç de önemsememişlerdi.  
Zaten onları da ben önemsemiyordum. 
“Tanrı neredesin?
Herkes nerede?
Bu bitmeli. “
Bir aşağıya bir de gökyüzüne son kez bakıp buna son vermeye karar vermiştim. 
Son vermek. 
Asfalt. 
Soğuk ve karanlık.
Gerisi boşluk. 
Son bir sigara, son bir Kırık Bir Aşk Hikayesi film müziği ve final.
Böylece bana ait olmayan ömrün perdesi kapanmalıydı. 
İçeri dönüp masadaki paketten son sigaramı almaya gitmiştim. 
Bu arada şarkı bitmişti. 
Reklam girmiş, reklam da bitmiş, Bülent’in izlediği videolardan biri araya girmişti. 
Yine keyif kaçırıcı bir şey daha olmuştu. 
Sigara ağzımda tam yakacaktım ki videodaki adamın sözleri düşüncelerimi kılıç gibi kesti.
Ekrandaki yeni traşlı bir adam, dua hakkında konuşuyordu.  
Videonun altında “Hakkı Yılmaz- Dua Nasıl Edilir?” diye yazıyordu. 
İşte yaşamımım dönüm noktası bu olmuştu. 
Ölüme bir sigara kala Tanrı ile tanışmam, Tanrı ile yaşamam ve Tanrı ile sevgili olmam böyle başlamıştı. 
Ardından Hakkı Yılmaz videoları, internetteki Hakkı Yılmaz yazıları derken şimdilerde halen üzerinde gecelerce çalıştığım “Tebyin-Ül-Kuran” geldi. 
İçimdeki derin sevgi boşluğunu, Kuran’la doldurup kendimle barışma nasibim oldu.
Artık, kendim olamamanın boşluğunda, kendimi buluyordum. 
Artık bir heykeltıraş gibi kendimi elime alıp, eksikleri tamamlıyor ve fazlalıkları da atabiliyorum.
Terastan kaybolmuşluğa atlayacakken, sevginin gücüne sarılıyorum.
İçim, bilmenin, bilip de uygulamanın, uygulayıp da sonuç almanın ve alınan sonucu da koşulsuzca paylaşabilmenin iç huzuruyla doluyor.
Aslında ne olduğumu ve burada ne aradığımı Tanrı’dan öğrenmeye çalışıyorum.  
Bunun için Tanrı’nın sözlerine başvuruyorum.
İnsanın başına gelebilecek her şeyin çaresinin anlattığı başvuru kaynağımla hayatımı yaşıyorum.
Ben Tanrı’yı gözeterek yaşadıkça, sevgi de beni buluyor. 
Sevgi beni buldukça, yabancısı olduğum yaşam, bana ait yaşama dönüşüyor. 
Tanrı ile oldukça, kendim olabiliyorum. 
Terastan atlasaydım, hayata başladığım andan itibaren, kendime bir şey eklemeden ölmüş olacaktım. 
Yani hayatımın sonu gelmiş olacaktı ama başladığımdan daha üst bir hale gelmemiş olacaktım. 
Sevgiyi, her şey gibi onu yaratanda buldum. 
İçimdeki iyi ile kötüyü Kuran ile biçimlendirmeye başladım.
Sanırım sevgi, Tanrı’dır.
Tanrı, sevgi kaynağıdır.  
Bence hayatın amacı, içimizdeki sevgiye, Tanrı yolundan gidip gitmeme sürecidir.  
Kısaca, “Tebyin-Ül-Kuran” ile size diyeceğim şu ki: “Şüphesiz şu iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapanlar; Rahmân [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah], onlar için sevgi var edecektir.”  

Mertçe Özel PAYLAŞIM 
Cebel-İ Bereket/OSMANİYE