Yazan: Faruk ŞENSOY (Erkekçe dergisi, 1982/Haziran)
Yaşar Kemal'in Menekşe'si küskündü o gün... Bir öğle üzeri Büyük Usta ile, kabanların, gocukların sığınağını sırtlarımızda taşıyarak, Basınköy'den aşağı iniyorduk. Hava; dokunsak ağlayacak. Yağmur desen, şöyle çocuk gözlerinden kaynaklanan sağanaklar örneği değil için için kendi ezikliğinde üzerimizde gezinip duruyordu.
Oysa, bildiğim kadarıyla, birkaç gün öncesinin havası daha sevecendi. Bahar denilen o yürek özlemi, en renkli muştularıyla varmıştı üstümüze...
Ama, o gün Menekşe, Yaşar Kemal Usta'nın Menekşe'si küskündü.... Ya da bana öyle geliyordu.
"Bir yoldu, parıldayan gümüşten, Gittik, bahs açmadık dönüşten" demişti bir şair-i azam...
Kirli suların bizden daha aceleci, kıvrıla kıvrıla iki yanından indiği çukuru bol, gümüş sırtlı yoldan aşağı nazlanırken, biz de dönüşten söz açmıyorduk. O gün, yitirdiğimizi sandığımız bahar, doğanın tüm canlısından tomurcuk vermişti; yeşilin tartışılmaz egemenliğinde, ağaçları, bahçeli küçük evleri, soluğa çıkmış pencere saksılarıyla Menekşe, önce burcu burcu karşıladı bizi..
Bir de çocuklar... Yokuşun düzlüğe erdiği yerde (adlarını özellikle yazdım) Hikmet'ler, Yavuz'lar, Bülent'ler, Osman'lar: "Uçurtmacı Amca!.. Uçurtmacı Amca!.." coşkusuyla Büyük Usta'nın çevresini sarıverdiler.
Çocuk Yaşar da çömeldi aralarına... Söz verdi, ilk kararlı güneşte tümünü uçurtma ile donatmaya...
Atlıkarınca örneği bir süre dolandı çocuklar, Yaşar Kemal'in kabana bürünmüş iri gövdesi çevresinde... Büyük Usta, çocuklarcasına büyüdü yüceldi.
Bilmiyordum; inanırım ki sizler de bilmiyordunuz; Menekşe'nin tek göz kahvesinde öğrendim. Yaşar Kemal, uçurtma ustasıymış aynı zamanda... O tek göz kahvede, balıkçı denilen güneş gözlü, gümüş yürekli insanlarla çevrelendiğimizde ilk kez Levent anlattı:
"Biz küçücük bebelerdik... Bir iri kıyım adam gelir, bizlerle birlikte uçurtma uçururdu. Uçururdu da, nedense bizim uçurtmaların kuyrukları birer birer kopar, uçurtmalarımız, Menekşe'nin kedibaşı yeşil tepelerinden denize göçüp giderdi.
Neden sonra öğrendik ki, Yaşar Abi, kendi uçurtmasının kuyruğuna taktığı jiletlerle bizimkileri tırpanlarmış.
Ama..."
Bu "ama" öylesine sevecendi ki:
"Ertesi gün elinde bizimkilerden çok daha görkemli uçurtmalarla gelir, bizlere dağıtırdı."
Büyük Usta, bu "ifadeyi" dinledikten sonra, en az çocuklar kadar arı bir yürek, çocuklar kadar çocuksu bir süklüm püklümlükle olayı açıkladı:
"Kadirli'de de benim uçurtmalarımı jiletle delik deşik ederlerdi. Ben o günler uçurtma yapmasını çok iyi öğrendim. Burada da aynı şeyi uyguladım. Çocuklara uçurtma yapmak, en büyük zevkim oldu. Şimdi çocuklardan bir yığın dostum var. Geleceğin sağlam, arı, yıpranmamış, tertemiz dostları bunlar..."
Ben, Menekşe'nin o günkü küskünlüğünü Yaşar Kemal'e vermiştim; yanılmışım.
"Daha bu sabah buradaydım..." dedi Yaşar Usta... Bu, insanın yüzüne tükürürcesine düşen rahmet, bu yatakta isteksizce arkasını dönen avrat örneği gökte kıvrılan siyahımsı bulutlar, beni yanılttılar. Menekşe'nin bir suskunluk vardı üstünde; hepsi o kadar.
Oysa, insanları, Yaşar Kemal'in Menekşe'sinin insanları öylesine dillerinde kıvrak, yüreklerinde sıcak ve yüzlerinde güneşli insanlardı ki... Oturup, bir sohbet semaverine, kaynattıkça kaynattılar.
Istranca Dağları'nda manda çobanlığı yapıp, yılın belirli aylarında Menekşe'ye inen "Dokuz Köpekli Muharrem"den, kırk yıl aynı teknede yatıp, aynı teknede komaya giren ve kaldırıldığı hastanede birkaç balıkçı dostu dışında kendi yalnızlığında ölen Kazım Ağa'dan, o kez söz edildi.
O kez tanıdım, Tarzan Muzaffer'i.... Hani şu Marmara'nın en verimli rahimlerine kendi taşını kendi gömen, kendi tarlasını kendi süren, balığın hamalı değil, mercanın, sinaritin, karagözün, tarağın, böceğin şık avcısı, kendi aristokrasisinin kendi efendisi Tarzan Muzaffer'i...
Taner Reis'i de öyle.. Taner Reis ki, bir zamanlar ölümün eşiğinde Kazım Ağa'ya koltuk çıkmış, onu sırtında taşımış, yememiş yedirmiş. O denizin insan benliğinde dokuduğu tüm duygusallık, tüm gerçekçilik, uysallık, hoşgörü ve tek sözcük insanlıkla Kazım Ağa'ya verdiğini Kazım Ağa'dan almış.... Ve Menekşe'nin onurlu "reis"lerinden biri olmuş Taner Reis...
Biz, Yaşar Kemal'le, Menekşe'nin bir meyhane örneği sıcak, sarıp sarmalayan, sohbeti doyumsuz, biz Menekşe'nin bir tapınak örneği kutsal ve duygusal derinliğinde anlamlı... O tek göz kahvesinden çıkıp da, küskün günün altında, insanın yüzüne tükürürcesine çiseleyen yağmuru gözlerimizde duya duya kıyıya vardığımızda Taner'i tanıdık. Daha doğrusu ben tanıdım. Zira, bu bıyıkları henüz birkaç yaş ötesi özlemin aksesuvarı gibi ince dudakları üstünde duran, elleri ağ iplerinin çetelesiyle bezenmiş, yanık ve aydınlık yüzlü genç reis. Yaşar Kemal'in de reisi imiş... "Ben onun tayfasıyım, bundan da gurur duyarım" dedi Usta... Taner Reis, taş çatlasın yirmi beşin gençlik parıltıları şavklanan yüzünde alçakgönüllülüğün en içteniyle başını öne eğdi. Usta, yineledi:
"Ben, Taner'in tayfasıyım, o benim ustam, reisimdir... Yakında yine çıkacağız balığa... Öyle değil mi reis?..."
Reis'in dili yakamozladı:
"Öyle, Yaşar Abi..."
Yalnız onlar mıydı, benim tanış olduğum, bu küskün Menekşe gününde? Ne gezer.... Ben, insan malzemesi ve röportaj kavramları arasındaki o kuyumcu terazisi dengesinde neler yitirmiş olduğumu da anlıyor, belki de röportaj denilen olgu ve bu olguya bunca yıl kalem sallayan benliğimle de tanışıyordum.
Yaşar Kemal Usta, Tarzan Muzaffer'i, Taner Reis'i, Kazım Ağa anısını irdeler, bir başka tarlacı taşçı Toto Vahram, genç Levent, Şarapçı İsmail ve niceleriyle röportaj yaparken, ben bir yerde Yaşar Kemal'i de tanıma olanağı buluyordum.
Yaşar Kemal, insanlarla tanışmıyordu; insanla tanışık doğmuştu. Barışık doğmuştu. Yediden yetmişe denilen o klasik çizgi içinde Yaşar Kemal'i Yaşar Kemal yapan en önemli etken, bence insan malzemesini önce kendi yüreğinde çok iyi özümlemiş, sonra insana yaklaşımında yaklaşım şablonları, protokolleri yerine salt insanlığını kullanmış olmasıydı.
Yazar Yaşar, Menekşe'nin güzel insanlarının günlük literatüründe "uvertür" örneği çok sonlarda yer alıyordu; onlar için "İnsan Yaşar" vardı..
"Ben Yaşar Abi ile balığa çıkmayı çok seviyorum, tekneye Binboğa bile getiriyor" diyordu Şarapçı İsmail, teknesinde beyaz ve kırmızı şarapları dizip, midesini tual yaparken..
Bir başka teknedeki kadim sofrada balıkçılar yorgunluk atıyor "Soframız yoksul Yaşar Abi, bi arka çıksana..."
Yaşar Abi'leri, bahşiş atmıyor, yorgunluk bilmeyen bedenini en yakın bakkala taşıyordu, Menekşe'nin güzel insanlarına taşıdığı saygı ile..
Yaşar Kemal'in bu yörede böylesine sevilmesini sakın şişelerin kolaylığına bağlamayın. Bu dostluklar, yılların insanca yaklaşımlarıyla örülmüştü: Yoksa bir Menekşeli balıkçı sizden bir sigara bile istemez.
Boyaları dökülmüş, yer yer tahtaları şişip çatlamış teknelerin de gelecek deniz seferinin, bir gelecek ekmek savaşımının sessiz suskun, hafif alkollü hazırlığındaki bu insanlar Yaşar Kemal'i seviyorlardı.
Sevginin "hedefi" değil "kaynağıydı" Büyük Usta da ondan... Bir ara, çimlerin derenin çamuruyla buluştuğu dere ağzında yalnız kalıverdik Yaşar Kemal'le... O iri kıyım bedeni nerdeyse hıçkırıktan sarsılacak, o kadife yüzü, kalın gözlüklerinin altından -utanmasa- inecek çaresiz yaşlarla ıslanacaktı:
"İnsandan korkmayacaksın..." deyiverdi, "İnsanı seveceksin... İnsan, insan, insan... Hele üreten insan... Ben Çukurova'nın pamuk tarlalarından Menekşe'nin balık tarlalarına geldim. Vardım... Her geçen gün yeni bir şey öğreniyorum ve çok şey öğrendiğim, en verimli olacağım gün de göçüp gideceğim... Dokuz Köpekli Muharrem, deniz tutkunu Kazım Ağa örneği.... Ama, hep insan sevgisiyle dolu olacağım."
Biraz, yürek penceresini aralayıp, ferahlatmak istedim:
"Röportaj konusuna da değinsek.... Nedir sence röportaj ve neden bunca yıldır ilk kez röportaj yapıyorsun?"
Zokasına mercan vurmuşçasına yüreklendi, coştu Usta.
"Yeni kuşaktan röportajcı çıkmıyor. Senin kuşak da şanssızdı, anlaşılmadı. Bugün, röportaj deyince bir kişiye sorular sorup, aldığın yanıtları yayınlamayı belliyorlar. Oysa, röportaj bir edebi olay...
Bir insanı, çevresi, fiziksel ve ruhsal yapısı ile anlatamıyorsan, o insanın görüşlerini nasıl anlatabilirsin ki...
Röportajın sınırı yoktur. Bir yazar, bir sanatçı için her şey, her insan, hele üretkense bir yenilik, bir röportaj konusudur. Yeryüzünde bir tek çöp ve bir tek yazar kalmışsa röportaj olayı vardır, olmalıdır. Son zamanlarda bu konu yozlaştırıldığı için yazmıyordum. Seni, ERKEKÇE'yi... bir de Menekşe'nin sorunlarını düşündüğümde..."
O sorunları, uzun uzun anlattılar bir kez daha Yaşar Kemal'e Menekşe'nin balıkçıları... Bir kez daha, çünkü Yaşar Kemal, zaten bu sorunlarla iç içe yaşıyordu.
"İkinci Çukurovam" dediği Menekşe'ye hemen her gün iniyor, o tek göz kahvede, o derenin denizle buluşup tatlı bir öpüşte eridiği dereağzında, kimi zaman Taner Reis'in, kimi zaman bir başkasının teknesinde -dereağzında biriken kumların üzerinden- denize açılıp dönerken, aynı sorunlar, o yüreğini parsellemiş insanların söyleşilerinde binbir kez yaşanıyordu.
Yaşar Kemal, böyle röportaj yapıyordu işte.. Bu kadar basit mi basit. Röportaja gönül bağlamış, ekmek bağlamış, gurur bağlamış bizlerin hiçbir zaman ulaşamayacağı bir basitlikte!..
İnsanı sevmek, doğaya varmak, doğayı sevmek ve insanı sevmek kadar basit mi basit!..
Ve ben, o gün Yaşar Kemal Usta'nın yanından, onun insanlarından ve "İkinci Çukurovası"ndan ayrılırken bir tek, ama bir tek gerçeği bulmanın, ona varmanın sevincini taşıyordum:
Menekşe, o gün gerçekten küskündü... Ama, bu küskünlük ne onun çiseleyen gözyaşlarında, ne de gözlere katarakt gibi inen yorgun bulutlarındaydı. Bu küskünlük, Menekşe'yi kendi insanlarıyla baş başa bırakmayan, onu bir lağımağzı, bir kel köşe, bir yolunmuş kaz gibi bırakma çabalarını sürdüren "Büyükleri"ne olan küskünlüğüydü.
Yoksa Menekşe, Büyük Usta'sı, ona yıllarını vermiş sevimli insanlarıyla öylesine mutluydu ki...
İnsanların, onu işleyen ve yazan insanların mutlu olduğu denli...
Kaynak: Sabah / Hıncal Uluç