“Nasıl yazıyorsun?” sorusuyla sıkça karşılaşıyorum. Konumuz mizah olsaydı, “Oturarak yazıyorum.” derdim ama bu soruyu soranların bakışlarındaki ciddiyeti görünce hemen toparlanıyorum.
Bildiğim bir konuyu ya da yaşadığım bir olayı anlatıyorsam sorun yok. Dikkatli ve etkili bir yol tutturmak yeterli oluyor. Kurgusal bir öyküye rastgele bir cümleyle balıklama dalıyorum. Yüzme bildiğim için başta zorlanmıyorum ama bilmediğim tehlikeli sulara açıldıkça işim zorlaşıyor, yüzme bilsem de tedirginliğim artıyor. Nerede akıntı, nerede girdap var bilemiyorum. Bilememenin tedirginliği korkuya dönüşüyor ve zorlanmaya başlıyorum. Bu kez kendime bir kılavuz arıyorum. Bana en çok destek olanların, yol gösterenlerin başında ünlü şairler, yazarlar, filozoflar geliyor. Onlardan okuyup öğrendiklerimin yardımıyla amacıma rahatlıkla ulaşabiliyorum. Sağ olsun, bu dostlarım beni hiç yalnız ve çaresiz bırakmıyorlar.
Şairimiz Ataol Behramoğlu “Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var” şiirini boşuna mı yazmış?
İşte ben de okuduklarımdan, yaşadıklarımdan öğrendiklerimi yazılarımda bolca kullanıyorum. Ancak deneme türünün babası kabul edilen Montaigne, dört beş asır öncesinden bana ters ters bakıyor ve bu konuda bakın ne diyor:
“Yazarken kitapları bir yana bırakır, aklımdan çıkarırım; kendi gidişimi aksatırlar diye. Gerçekten de iyi yazarlar üstüme fena abanır, yüreksiz ederler beni.”
Montaigne, düşüncelerine destek sağlamak için başkasından alıntı yapmak istemiyor. Onların yardımcı olma ısrarlarına kapısını kapatıyor.
“Neden, üstat?” diyorum.
“Yazdıklarım bana ait olmaz ki o zaman, çömez!..” diyor.
Montaigne, son zamanlarında klasik kuşkuculuğu yeniden gündeme getirdiği ve etkisinde kaldığı için böyle düşündüğünü sanıyorum.
Kuşkuculuk yani septisizm, her tür bilgi iddiasını kuşkuyla karşılayan, bunların temellerini, etkilerini ve kesinliklerini irdeleyen, ayrıca aklın kesin bir bilgi elde edemeyeceğini, gerçeğe erişilse bile sürekli ve tam bir kuşku içinde kalınacağını, "mutlak"a ulaşmanın mümkün olmadığını savunan felsefi bir görüş olduğunu yaptığım kısa araştırmayla anlamaya çalışıyorum.
Bir fikri sorgusuz sualsiz kabullenmek elbette yanlıştır ve bizi yanıltabilir. Neden-sonuç ilişkisi kurarak aklımızı da devreye sokarak bilgimizi, birikimimizi kullanmalıyız. Bilgimiz de tecrübemiz de yaşadıklarımızdan ve öğrendiklerimizden oluşur. Bu bilgilere birikimlerimizi de katarak bir sentez oluşturmalı ve bir adım da olsa ileri gitmeliyiz.
Bilgi, deneyim stok etmek için değil, kullanmak içindir. Böylelikle bilgi, her kullanımda test edilmiş olur, varsa eksiği gediği giderilmeye çalışılır.
Sanatın bütün dallarında amaç, güzele, en güzele ulaşmaktır. Her yeni çaba, daha güzelini yaratabilmek içindir. Bunun sonu yoktur.
Tıpkı, gökkuşağının altından geçmeye çalışmak gibi…
Sanki, kovaladıkça kaçan, bir türlü yakalanamayan işveli ve şımarık sevgili gibi…
Çünkü bilimde “mutlak” doğru; sanatta da “en” güzel, “son” güzel yoktur!