‘ Devletin yağma yaptığı yerde tebaası da hırsızlık yaptı. ‘ B.Kagarlitsky ‘ Çevrenin İmparatorluğu-Rusya ve Dünya Sistemi ‘ kitabının 18.yy genişlemesini anlattığı 8.bölümüne böyle bir giriş yapar. Anlatılan Rus otokrasisi ile tebaası arasındaki ilişkinin biçimidir. Yalnız Kagarlitsky analizinde ne batıcılara ne de slavofillere prim verir. Daha Kiev prensliğinin doğumundan itibaren Rus olgusunu bir dünya sisteminin içerisine yerleştirir. Özgül olan son tahlilde dünya sistemine eklemlenme biçiminden dolayı böyle olabilmiştir. Özgüllük biriciklik, benzersizlik anlamına gelmez. Batıcılık ise mecburi bir istikamettir. 16.yy’da bir dünya sistemi olarak gelişen ticari kapitalizm Rusya’yı bir çevre olgusu olarak konumlandırmıştır. Önce İngilizler akabinde ise Flamanlar merkezi güçler olarak aradaki eşitsiz ilişkiden dolayı imtiyazlar elde etmiştir. Serflik ise plantasyonlardaki köle emeği ile eşanlı tarih sahnesine çıkmıştır.
Otokrasi boyarlara toprak dağıtırken tüccarlara da imtiyazlar bahşetmiştir. Talan ve yağmanın hakim ekonomik biçim olduğu yerde ise uyruklar hırsız olmak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla ‘ hırsızlık ‘ milli bir haslet olmayıp bir çevre imparatorluğu olmaya zorlanmanın doğal sonucudur. İnsan bu tarihi ardalana nüfuz edince Gogol’ü, Turgenyev’i, Gonçarov’u ve Dosto’yu daha iyi anlıyor. Her biri bu insan malzemesinin farklı yönlerini önümüze serdi. Ve son tahlilde belki de dünyanın en şaşırtıcı karekterlerini yarattılar. Yüksek maneviyat ile rezilliği aynı anda yaşayabilen, sınırsız bir tembellik ile hırsı aynı bünyede bağdaştırabilen, kuşakların birbirine düşmanlık ve haset beslediği bir kültür. Trostkiy daha 25 yaşında tıpkı Kagarlitsky gibi dünya sistemini veri alarak ama ‘ eşitsiz ve bileşik gelişmeyi ‘ de stratejisine özümsetecek şekilde devrimin bu coğrafyada başlayacağını iddia etmişti. Tarih 1917 Ekim’in de onu teyit etti.
Bu notta yukarıdaki’ yağma ile ‘aşağıdaki’ hırsızlığın aynı gelişmenin iki farklı veçhesi olduğuna dikkat çekmek istemiştim. Yağma da hırsızlıkta ceza hukuku açısından iki ayrı suç tipidir. Aradaki fark ilkinde suçun cebir ile işlenmesinde, sonucunda ise fiile maruz kalanda bir ‘korkutma’ duygusunun gerçekleşmesinde yatar. Yağmada çekip alma zorun yarattığı korku ile sağlanır. Hırsızlık da ise hüner uyanıklık, gözü açıklık ve cin fikirliliğe gelip dayanır. Yağma gözü daha karaların harcı iken hırsızlık daha güçsüzlerin sanatıdır. Ama ikisi birlikte karşılıklı diyalektik bir bütünlük oluştururlar.
Kagarlitsky tek bir cümlede bütün otokrasilerin ruhunu özetlemiş neredeyse. Yağma ve talana küçük hisseli hırsızlıklar eşlik eder. Her ikisi birlikte bir bütünlük oluşturur ve sistem aksamadan çalışır. Mahir Çayan bu döngünün nasıl kırılabileceğine ilişkin bir kuram /eylem pratiği bıraktı. O buna ‘suni denge’ diyordu. Yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkiyi yeni sömürgecilik çağı açısından böyle kuruyordu. Suni denge yukarıdakiler ile aşağıdakiler arasında hem korkuyu hem de uzlaşmayı veri alırken aslolanın korku olduğunu söylüyordu. Ama işin rıza yanını ihmal etmiyordu. Rızanın kaynağında ise o bunu söylemesede yağma ile hırsızlığın simbiyozu vardı. Sonra Osmanlı’ya kadar giderek tezine tarihi dayanaklar arıyordu. Osmanlı’da son tahlilde bir otokrasiydi ve tıpkı Çarlık Rusyası gibi bir ’ çevre imparatorluğu ‘ idi. Çayan reaya ile saray arasındaki suni dengeyi ‘kerim devlet’ olgusuna bağlıyordu. Çünkü o dönemde Atütçülük bayağı etkindi. Ama herkesin tarih tartışması yaptığı yerde o bir stratejik ipucu arıyordu. Ya da şöyle diyelim ulaştığı stratejik sonuçlara tarihte dayanaklar bulmaya çalışıyordu ve bu konularda asla doktriner değildi. Okuduklarından başkalarının çıkaramadığı sonuçları çıkarmakta adı gibi mahirdi.
Çayan’dan 50 yıl sonra bizim büyük çaresizliğimiz işte o ‘suni dengeyi’ nasıl kıracağımıza ilişkin bir stratejik ufkumuzun bulunmayışı. Devlet tam bir yağma, haraç, narko vaziyeti alırken ( inanmayan Ahmet Şık’ların ‘Duvar’ına baksın ) aşağıdakiler kah ulufe kah hırsızlık ile aynı döngünün bir parçası olmaya devam ediyorlar.