‘Ya Hep Beraber Ya Da Hiç Birimiz"

Hacı Hüseyin Kılınç

İktidarın memleketin kutuplaşmış siyasi iklimini yumuşatmayı gerçekten isteyip istemediğini yarın göreceğiz. Yumuşama sürecinin kimleri içine alıp dışlayacağı da yarın belli olacak. Çünkü yarın uyduruk Kobani davasının karar duruşması görülecek. Haklarında siyaset yapma yasağı ile birlikte çok ağır cezalar istenilen başta Selahattin Demirtaş olmak üzere Kürt siyasetçiler ile ilgili karar yarın verilecek. Siyasetin doğrudan işin içine karıştığı ve zaten siyasi saiklerle yürütülen bu davada verilecek karar da doğrudan siyasi olacak. Açık alanda ve yasal prosedürlere uygun olarak siyasi faaliyet yürüten, ve yaptığı her iş ve eylem Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı olmak üzere denetime tabi olan bir siyasi parti, sırf MYK (Merkez Yürütme Kurulu) açıklaması nedeniyle yargılanıyor ve bu kararın altında imzası olan isimler ağır cezalara çarptırılmak iddiasıyla yarın heyet karşısına çıkacak. Partinin eş başkanları, başkan yardımcıları, seçilmiş milletvekilleri ve belediye başkanları 2016 Kasım’ından bu yana tutuklu bulunuyor. Bu yazı bu uyduruk dava ile ilgili kaleme aldığımız kaçıncı yazı, hatırlamıyoruz.

Demokratik kamuoyu kendini yarın bu davadan çıkacak sonuçlara kilitlemişken Ankara’da da iktidarı oluşturan güçler arasında kıyasıya bir mücadele yaşanıyor. Yerel seçimlerin yarattığı yeni siyasi iklim ve oluşturduğu yeni güç dengeleri içinde taraflar birbirini sınıyor, test ediyor. Gölgede yaşanılan bu güç mücadelelerinin görünürdeki yüzünü ancak açık kaynaklara yansıdığı kadarıyla öğreniyoruz. Soğuk savaş döneminde Kremlinoloji denilen uyduruk bir bilim vardı. Sovyet başkentinde olup bitenlerin arka planı ile meşgul olanlara ve politbüronun yaşlı üyelerinin mimikleri üzerinden anlamaya çalışanlara kremlinolog denirdi. Çünkü güç mücadelelerini arkasında hangi dinamiklerin olduğunu ve kimlerin aralarında görünmez bir savaş yürüttüklerini anlayabilmek her faninin işi değildi. İktidarın kurumsal yasallığın görünürdeki biçimlerinden uzaklaştığı her yerde gerçek mücadeleler ya yasal olanın ardından dolanarak yürütülür ya da yasal olduğunu zannettiğimiz güçlere dışarıdan yapılan dayatmalarla sonuç alınmaya gidilir. Türkiye’de de bu güç mücadeleleri uzun bir süredir yargı üzerinden yürütülüyor olduğundan bağımsız ve tarafsız olması gereken hukukun da ne onuru ne haysiyeti kaldı.

Hukuk gerçek işlevini, ancak verdiği karara saygı duyacak ve tanıyacak bir kuvveti ardına yerleştirdiğiniz takdirde yerine getirebilir. Hukukun gücü hiçbir zaman kendi başına, kendine ait bir güç değildir. Hukuk arkasına yerleşmiş siyasi güç sayesinde ayakta durabilir. Siyasi gücü oluşturan topluluk aralarındaki ilişkileri hukuka alan açarak ve onun vereceği kararları içeriğinden bağımsız olarak tanıma konusunda anlaşmışsa hukuki özerklikten söz edilebilir. Hukukun çalışması ve son sözü söyleyen merci olması, arkasındaki güçleri meşrulaştırdığı gibi hayatın hukuk üzerine inşa edildiği yanılsamasını yaratarak gerçek güç ilişkilerini geri plana atmaya da hizmet eder. Buradan hukukun hep bir sonuç, bir çıktı olduğunu söylemiyoruz. Kapitalizmin bir soyut eşdeğer olarak paranın etrafında örgütlendiği ve bu sayede varlığını pürüzsüzce sürdürebildiği bir yerde, insani özneler arasındaki ilişkilerde, ancak hukuk gibi soyut ve evrensel bir düzenleme ile yeniden üretilebilir. Demek ki paradan dolayımlanarak kurulan toplumsal ilişkilerin nesneleşmiş dünyasının sürdürülebilmesi, hukuk gibi benzer özelliklere haiz bir kuruma ihtiyaç duyuyor. Bu durum sadece kâğıt üzerinde böyledir.

Toplumsal ilişkilerin gerçek dünyasında taraflar arzuladıkları sonuca ulaşabilmek için hukuku bir ayak bağı görür. Hukuk fetişizmine meslek erbabı dışında kimse kendini kaptırmaz. Fetiş de bir nesneye körü körüne tapınmaktan başka nedir ki? Hukukun tarafsızlığı ve genelliği sınıf mücadelelerinin içinde yürütüleceği koşulları hazırlar. Eğer sınıflar aralarındaki mücadelenin çerçevesini çizmek konusunda hukuka kurucu bir rol atfetmiş ise hukuk taraflardan gerekli saygı ve itibarı görür. Hukuk var olan kazanımları kayıt altına aldığı gibi muhataplarını buna uymaya zorlar. Toplum ile devlet arasında bu konularda bir mutabakat kurulmuştur. Taraflar aralarındaki ilişkileri hukukun soyutluğu ve genelliği üzerinden devam ettirir. Modern devlet olarak bildiğimiz ve Weber’in ussalık ve işlevsellik atfettiği şeyin bu özelliklerini devam ettirebilmesi, ancak hukuki dolayım ile mümkündür. Buraya yönelik müdahaleler ussallık kaybına yol açacağı gibi işlevselliği de sekteye uğratacak ve hukuka olan inanç kaybolacaktır. Hukuka olan inancın kaybolması ise onun üzerine inşa edildiğini söylediğimiz düzenin işleyişinde sürtünmelere neden olacaktır. Hukuki güvenirlik kaybolacak ve taraflar hukukun etrafında dolanmak için taklalar atacaktır.

Şu yukarıda söylediklerimiz sistemin en genel düzeyde çıkaracağı arızalara dairdir. Daha somut düzeyde ise güç mücadeleleri hukuk dolanılarak yapılır. Hukuk kültürünün ve geleneklerinin oluşmadığı bir toplumda yargıçların da sadakati yaptıkları işin doğasına değil sistemi ayakta tuttuklarını düşündükleri güçlere karşı gelişir. Kararlarında hukukun herkes karşısında takınması gerekli aldırışsızlığı gözetmezler. Güç ilişkilerinin etkilenimine açık hale gelen bir yargı düzeninde verilecek kararlar salt dosya üzerinden değil başka yerlerden gelecek işaretlere kulak kesilir. Halbuki karar vericinin kararını hiçbir etki ve tesir altında kalmadan vermesi gereklidir. Şahsi dünya görüşü, inanç ve değerleri işe karışmamalıdır. Hele devlet fetişizminden zinhar uzak durmalıdır. Güç odaklarının ulaşamayacağı ve söz geçiremeyeceği bir yerde konaklamalıdır. Bu özellikleri bünyesi kaldırmıyorsa adalet dağıtma işini terk etmelidir. Çünkü adalet dağıtmak dünyanın en zorlu işidir. Aristoteles etiğinde en soylu ilkenin adalet olduğunu söylüyordu ve bunun dağıtımında kuyumcu titizliği ile hareket edilmelidir.

Yarın verilecek karar Türkiye’deki hukukun hem soyutluk ve genellik düzeyini test edecek hem yargıçların bir kuyumcu titizliği içinde adalet dağıtma işini üstlenip üstlenmediklerini gösterecek hem de yumuşama denilen sürecin Kürtleri içine alıp almayacağına fener tutacak. İlk iki belirlenim ile verilecek karar arasında bugünkü koşullarda bir bağ kurulamayacağını düşünüyoruz. Çünkü Türkiye hukukun ilkelerini kenara iteli çok oldu. Kararlar, hem de böylesine siyasileşmiş davalarda verilecek kararlar iktidarın o günkü hesabına gelip gelmeyeceğine göre kurgulanıyor. Yargıçlar yaptıkları işin soyutluk ve genelliğini, adaletin hassas terazisine bakmıyor. İktidar karşısında nasıl konumlandıkları, karşısına çıkan sanıklar hakkında devletlûların ne düşündüğü hesabı ile hareket ediyor. Yoksa bu davanın uyduruk olduğunu, bırakın bir şiddet çağrısı olmayı, Demirtaş ve arkadaşlarının şiddeti durdurmak için kolluğa yardımcı olmaya çalıştıklarını, ellerindeki tüm imkânları bunun için kullandıklarını sağır sultan da biliyor.

Türkiye gibi bir ülkede hukukun temel ilkelerine uyulup uyulmadığını ve demokratikleşme konusunda umutlu olup olmadığımızı sınayacağımız yer Kürt meselesidir. Lenin bir devrim yapmak için zayıf halkayı yakalamak ve buraya yüklenmek gerektiğini söylemişti. Hukukun da, demokrasinin de gerçek sınavı Kürt meselesinde atılacak adımlara bağlıdır. İktidar Gezi ve 28 Şubat Paşaları konusunda adım atmaya yatkın duruyor. Bu başlıkları ana muhalefetle tartışıp konuşuyor. Hukuksal sürecin nasıl işletileceği konusunda adamları aracılığıyla kamuoyunu bilgilendiriyor. Ama işin turnusol kâğıdı görevini görecek dava Kobani yargılamalarıdır. Kürtlerin dışlanıp Türklük sözleşmesi etrafında iktidar ve ana muhalefetin el sıkıştığı bir yere ne hukuk ne de demokrasi gelir. Umarız ana muhalefet bunları hesap ediyordur. Paşaları ve Gezicileri dışarı çıkartıp Demirtaş’ı içeride tutacak bir pazarlığın ortakları olmalarını düşünmek bile istemiyoruz. Ana muhalefet bayrağına sokaklarda haykırılan şu sloganı yazmalıdır ‘ ya hep beraber ya da hiç birimiz ‘. Başka türlü kurtuluş yok çünkü.