Kulakları çınlasın Yalçın Küçük hocanın bir teoremi vardı. Hoca yüksek devalüasyon şoklarının Türkiye’de iktidar değişimindeki en önemli amil olduğunu söylerdi. Menderes’ten başlayarak da teorisini somutlaştırırdı. Memleket 80’li yıllarda konvertibilite ile dalgalı kur sistemine geçti. Bunun anlamı devlet elindeki araçlar ile kurlara müdahale etmeyecek ve kurlar piyasa dinamiklerince serbestçe belirlenecekti. Neoliberal yıllar devleti küçültme hikayeleriyle geçti. Küçülen devletin kendisi değil başta milli parası olmak üzere elindeki tüm iktisadi enstrümanları uluslararası sermayeye teslim etmesiydi. Küreselleşmeye eklemlenmek Batı finans kapitali ile finansal mekanizmalar üzerinden yoğun biçimde bütünleşmek demekti. Türkiye bu düzene emeğin bugünküyle mukayese edilemeyecek derecede güçlü ve etkili olduğu, devrimci siyasetin bütün dağınıklığına karşılık toplumla bağlarının olduğu bir konjonktürde, ancak askeri bir faşizm altında geçebilmişti.
İlk yirmi yıllık yani 2000’lere kadar devam eden düzenin temelleri bir askeri faşizm altında hem uluslararası sermayenin hem de TÜSİAD’da cisimleşmiş finans kapitalin desteğini almış olan Özal’la atılmıştı. Toplumun emeğiyle geçinenlerine, küçük üretici ve köylülüğe açılan sınıfsal savaş, orta sınıfların tüketim iştihanı kamçılayarak, eskinin hazdan ve lüksten uzak bir yaşam süren okumuş yazmışlarına yeni vaadlerde bulunup sisteme eklemleyerek hegemonyasını tesis etmişti. Sınıfsal bir diktatörlüğe haz, tüketim, zengin olma, sınıf atlama arzuları eşlik ediyordu.
90’lı yıllar kurulan iktisadi düzeni devam ettirecek bir siyasi sistemin arayışlarıyla geçti. Kürt mücadelesi, emeğin hak arayışları, dalgalanan öğrenci muhalefeti, siyasal islamın kenardan merkeze doğru yürüyüşü bu döneme damgasını vurdu. Siyasal dağınıklık, parçalılık burjuvazinin sınıfsal proğramının uygulanışını sürekli erteletti. Özelleştirmeler yapılamadı, emekçi sınıfların örgütlülüğü geriletilemedi ve en sonunda Türkiye’nin de kapısını çalan büyük bir finansal krizle AKP’yi iktidara getirecek koşullar kendiliğinden oluştu. Kendiliğinden derken kastımız komploculuğa itibar etmemekle ilgilidir. Elbette içerde ve dışarda Akp’ye yapılmış yatırımları da göz ardı etmiyoruz.
Akp’nin proğramı Kemal Derviş eliyle yazıldı. Bugün muhalefetin ekonomi konusunda halka yeterince güven verememesinin tüm paradokslarını da bu gerçeklik oluşturuyor. Derviş üçüncü yolcu, Blairci bir sosyal demokrattı. Küresel kapitalizmin ve sosyal liberalizmin temsilcisiydi. Naomi Klein’ın dediği gibi Türkiye’ye uyguladığı bir ‘ şok doktriniydi ’. İktisadi bir komiser edasıyla geldiği Türkiye’de siyaset sınıfını teslim alarak küresel sermayenin proğramını dikte ettirdi. Derviş’ten sonra bu proğram herkesin proğramı haline geldi. Birden fazla siyaset vardı, ancak tartışmasız tek bir proğram vardı. Türkiye’nin siyasal düzeni Derviş proğramına aradığı tıbbi tüm çareler tükendikten sonra umudunu ‘ kocakarı ‘ ilaçlarına bağlamış bir hastanın çaresizliği içinde teslim oldu.
Şimdi büyük bir buhranın anaforu içinde gözgözü görmez, umutsuzluklar artar, çıkış ufku kararırken Derviş’in temellerini attığı ve bugünkü buhranın kaynağı olan politikalar bir mucize gibi toplumun önüne getirilebiliyor. Derviş’in sadece teknisyeni kabul edeceğimiz Babacan sorumlu, akıllı, soğukkanlı bir figür olarak mikrofonların karşısına çıkıyor. Derviş’in hazineyi teslim ettiği arkadaşları siyasi partilerde sözcü olup veliahtlık hayalleri kurabiliyor. Dünya Bankası’nda talebeliğini yapanlar işbilir kişiler olarak önemli pozisyonları işgal ediyor.
Temelleri Derviş tarafından atılan ve yirmi yıldır uygulanan proğram geldi bir sınıra dayandı. Erdoğan bu proğramın esaslarıyla hiçbir zaman oynamadı. Bakmayın şimdi komplolardan bahsetmesine. Proğram sayesinde dışardan para gelirken kendisi seçmen memnuniyeti yaratıp, çekirdek seçmenini genişletmek ve bu sayede iktidarını tehdit eden güçleri komplolarla tasfiye etmek derdindeydi. Hepsi aynı gemideydi Babacan ve diğerleri dahil.
Devam edeceğim