Prusya Krallığı 1870'de Sedan Muharebelerinde Fransa'yı bozguna uğratarak bir anda kıta Avrupa'sının en büyük gücü haline geldi. Asıl Napolyon'un yeğeni 3.Napolyon'a yine sürgüne gitmek kalmıştı. İmparatorluk hayalleri başkent Paris'in düşmesi ile sonuçlanmıştı. Bütün düzen yanlıları Prusya çizmesi altında onursuz bir barışa imza atmış iken Paris halkı kentin savunmasını kendisi üstlenmişti. Bu durumdan ancak yetmiş iki gün ayakta kalabilen şanlı komün doğacaktı. Fransa'nın yenilmesi ile Prusya krallığı artık form değiştiriyor ve 2.Reich haline geliyordu. Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu ile tarihte ilk Alman İmparatorluğu kurulmuştu. Fransa'ya karşı kazanılan zafer hem Alman birliğini bir daha geriye dönüşsüz olarak ilan ediyor hem de yeni devleti bir imparatorluk olarak kutsuyordu. 1.Wilhelm ise Kayzer ilan ediliyor ve İmparatorluk ünvanını alıyordu.
Avrupa'nın ortasında şimdi nüfusu ve büyüklüğü ile büyük bir devlet ortaya çıkmıştı. Birliğini son tahlilde iç pazarın genişlemesi ile değil tepeden inmeci bir biçimde kan ve savaş ile sağlamıştı. Son çeyrek yüzyıl içinde Amerika'dan bile daha hızlı büyümüştü. Demir, çelik ve kimya sanayilerinde tam bir dev haline gelmişti. Bu büyümeye önemli ölçüde devlet öncülük yapmıştı. Burjuvazi siyaset alanınına hakim değildi. Askeriye, bürokrasi ve üniversiteler önemli ölçüde junkerlerin kontrolü altındaydı. Liberal partiler güçlü bir toplumsal tabana ve temsil imkanına sahip değillerdi. Kendi içlerinde Bismarck yanlısı ve karşıtı olmak üzere ikiye bölünmüşlerdi. Alman Sosyal Demokrat partisi en hızlı büyüyen partiydi. Bu parti aynı zamanda 1889 yılında kurulan 2.Enternasyonal'in de en büyük partisiydi. Toplum içinde adeta bir başka toplumu temsil ediyordu. Bisiklet kulüplerinden okuma salonlarına, Reichtag'da grup kurmaktan sendikalara kadar birçok kurumda örgütlü bir güce sahipti.
Bir aristokrat olan ve seçkinci özelliklerinden hiçbir zaman taviz vermeyen Weber bu topluma baktığında iyimser olamıyordu. Büyük bir kaygıya sürükleniyordu. Çünkü bu toplumu çekip çevirebilecek bir sınıfın olmadığına inanıyordu. Kendisi de junkerlerin arasından gelmekle birlikte toprak sahibi bu sınıfın ekonomik olarak altındaki zeminin her geçen gün kaydığını görüyordu. Bu sınıf soyluluğun inceliklerinden yoksun olduğundan dolayı bir türlü burjuvalaşamıyordu. Kültürel özellikleri itibariyle tam bir plepti. Davranışları incelikten yoksun ve kaba sabaydı. Bürokrasi dahil devlet aygıtının tamamına hakim olmuştu. Weber'in idealize ettiği rasyonel, işlevsel çalışan bir bürokrasinin önündeki en büyük engellerden biriydi. Bu sınıf her geçen gün irtifa kaybeden, altındaki zemin giderek çekilen bir sınıf olduğundan toplumun liderliğini üstlenebilmesi mümkün değildi.
Weber burjuva değerlerine hiç bir zaman özenmedi. İçinden çıktığı sınıfı kaba saba bulmuş olsa da burjuvalara da bir sempati beslemedi. Weber aristokrasinin değerlerini önemli ölçüde paylaşıyordu. Hayatın son tahlilde bir güç mücadelesinden ibaret olduğuna inanıyordu. Kalkınmaya, modernleşmeye, gelişmeye her hangi bir sınıf değil ancak devlet öncülük edebilirdi. Devletin bunu başarabilmesi tüm sınıfları uyum içinde bir arada tutabilmesinden ve rasyonel bir örgütlülüğe sahip olmasından geçiyordu. Bu görüşler Hegel'in Hukuk Felsefesi'ndeki görüşlerine çok da uzak değildi. Toplumsal formasyonu üç düzleme ayıran Hegel'e göre aile mahremiyetin alanıydı. Buradaki yaşantıya duygusallık hakimdi. Çıkarlara ve akla göre örgütlenmiş diğer alanlardan dışlanan duygusallığa aile yataklık ediyordu. Özellikle İskoç Aydınlanmacılardan etkilenmiş filozofa göre sivil toplum çıkarlar alanıydı. Çıkarların söz konusu olduğu yerde ise çatışma ve mücadele vardı. Hobbes'un doğal durum için betimlediği hali Hegel sivil topluma uygun görmüştü. Devlet ise bütün çıkarlara aynı mesafede hizalanmış rasyonel yapısı ile genel çıkarı temsil ediyordu. Weber'in bürokratik aygıtın olmazsa olmazı kabul ettiği duygudan uzak rasyonellik Hegel'de Mutlak Akıl biçiminde devlette cisimleşiyordu.
Alman girişimci sınıfı Weber'e göre burjuva bir formasyondan epeyce uzaktı. Ekonomik alanda her geçen gün güçlenmesine karşılık siyasal bir güçten yoksundu. Toplumun siyasal örgütlenmesinde söz sahibi olamamıştı. Weber bu girişimci sınıfı Marx gibi üretim araçları sahipliği ile izah etmiyordu. Tüccar sermayesinin dönüşmüş hali olarak da kabul etmiyordu. Bu dönüşüm büyük reformasyon hareketi sırasında bir zihniyet değişimi olarak yaşanılmıştı. Asetik yani çileci bir inanca sahip Protestan mezheplerinin bir bölümü kefaretlerini biriktirerek ödeyebileceklerine dair bir inançsal dönüşüm geçirmişlerdi. Biriktirme hırsı olarak gözüken şey bu inançsal dönüşümün eseriydi. Luther papazlara değil prenslere, dışsal bir otoriteye değil içsel otoritenin emirlerine uyulmasını önerirken asetik mezhepler günahın ancak tutumlu, ölçülü yaşamakla telafi edileceğine inanmışlardı. Dolayısıyla kapitalizmin kökenlerinde bu zihinsel dönüşüm vardı. Maddi çıkarlar değil reformasyonun başlattığı inançsal devrim değişimi sağlamıştı. Biriktirmeyi ibadet kabul eden sınıfın dünyanın çekip çevrilmesinde iddiası olamazdı. Bu dayatmayı bu hakkı kendinde gören sınıflar yapabilirdi. Ekonomik güç kendiliğinden siyasal güce tahvil edilemiyordu. Bunun olabilmesi için başka birçok şeye daha gereksinim vardı.
Weber Alman Sosyal Demokratlarını da yönetme konusunda ehil görmüyordu. Siyasete yaklaşımlarını amatör buluyordu. Meslek olarak Politika'da Weber demagog politikacıların daha çok gazetecilerin arasından çıktığını söylemişti. Hukukçuluğu önemseyen Weber, gazeteciliği kitle toplumunun ortaya çıkarttığına inanıyordu. Skandal, sansasyon merakını gıdıklayarak gazeteciler kitle toplumunu dinamik kılıyorlardı. Rasyonelleşmeyi ve getirdiği yabancılaşmayı toplumların bir tür kaderi kabul eden Weber devrim heyecanı geçtikten sonra aynı döngünün içine tekrar girileceğini iddia etmişti. Devrim yapmış Lenin ve arkadaşlarının askeri bir diktatörlük kurmak dışında hiçbir şeyi değiştiremediklerini bunun maliyetinin ise çok fazla olduğuna inanmıştı. Neredeyse bir kahin gibi Alman Sosyal Demokrat Partisi liderliğinin sistemle bir sorunu bulunmadığını, bir devrimin peşinden asla sürüklenmeyeceğini ve kendilerine tahsis edilen alanı kabullendiklerini söylemişti. Dolayısıyla Alman toplumunun geleceğinde söz sahibi olabilmeleri mümkün değildi.
Weber otoritenin üç kaynağı olduğunu iddia etti. İlki tamamıyla alışkanlıklara dayalı geleneksel otoriteydi. Gücünü varolanın kesintisizce sürmesinden alıyordu. Alışkanlıklar, teamüller, gelenekler bu tip otoritenin meşruluğunu sağlıyordu. Tarih boyunca hakim olan otorite biçimi buydu. Rasyonel otorite tarih sahnesine modern devletle çıkmıştı. Kaynağında şahsilikten uzak, liyakate dayalı ve işlevselliği esas almış bürokrasinin otoritesi vardı. Modern devletin biçimleri değişmiş olsa da bürokratik, rasyonel otorite varlığını devam ettiriyordu. Üçüncü otorite tipi ise karizmatik olanıydı. Kriz ve bunalım anlarında ortaya çıkardı. Karizma rasyonel olarak açıklanamayan, izah edilemeyen, ama değer yaratabilen bir güç kaynağıydı. Karizmatik otorite rasyonel, bürokratik otorite biçiminin tam zıddıydı. Büyücüler, şamanlar, peygamberler bu otorite tipinin örnekleriydi.
Kitle çağında otorite tiplerinin tamamı bir meşruluk krizine girmişlerdi. Modernliğin hakim olduğu bir yerde tek başına geleneksel otorite ile işleri yürütebilmek artık mümkün değildi. Rasyonel otorite ise toplumu demirden bir kafes içine kapatıyor ve soluksuz bırakıyordu. Kitle demokrasilerinin hakim olduğu bir çağda seçimle gelen karizmatik otoriteye ihtiyaç vardı. Rasyonel otoritenin eksikliğini duyduğu ruhu ancak o üfleyebilirdi. Bir kez seçildikten sonra işine müdahale edilmemeliydi. Başarılı olamamasının bedelini seçilemeyerek öderdi. Weber'in bu görüşleri Hitler'in habercisi olmakla suçlanmasına neden olmuştu. Weber Weimar demokrasisine inanıyordu. Demokrasiye karşı, tutucu bir muhafazakar değildi. Savaşın Alman Tin'ini yeniden canlandıracağına inanarak savaşı coşkuyla karşılamıştı. Ama savaşı kaybeden Alman liderliğini onursuz davranmakla suçlayan da yine oydu. Alman tarihine büyük endişe ile bakan Weber son tahlilde hiçbir sınıfın bu toplumu tek başına yönetemeyeceğine kanaat getirmişti. Bütün otorite biçimlerinin birbirini dengelediği, ancak son sözü hesap vermek kaydıyla karizmatik bir figürün söylediği kararcı ana bu nedenle saplanıp kalmıştı.