Sorunsal Weber’ci bir kavram değil. Sorunsal Althusser’ci düşüncenin en önemli kavramları arasında yer alıyor. Bir düşüncenin, sistemin, filozofun asıl meselesini, derdini anlatmak için kullanılıyor. Bir fikrin, düşüncenin karşısına aldığı ve çözmeye uğraştığı nesneyle ilişkisi anlamlarına da gelebiliyor. Bilimsel düşünce sorunsalların çözümü, düşünce nesnelerinin değişimi üzerinden ilerliyor. Bilim tarihçilerinden yoğun biçimde etkilenen Althusser onların kullandıkları kavramları bir içerik değişikliğine uğratarak kendine mal ederdi. Episteme, paradigma ve sorunsal daha çok bilim tarihçilerinin bilimsel toplulukların uğraştıkları alanları, soruları sistematize etmek için kullandıkları kavramlardı.
Weber sosyolojinin en büyük isimlerinden biriydi. Durkheim toplumsal armoniye ilgisini yöneltmiş iken Weber toplumsal bütünlüğü bir çatışma alanı olarak görüyordu. Amacı toplumu birarada tutan unsurları anlamak değil toplumda varolan çatışmanın dinamiklerine inebilmekti. Bu nedenle toplumun organizmacı bir bütünlüğe sahip olduğunu düşünmüyordu. Aslolan işbirliği, uyum ve denge değil çatışma ve mücadele idi. Durkheim ilgisini 1848 devrimlerinin yarattığı sınıfsal çatışmaları masedecek toplumsal yapıların keşfine vermiş iken Weber toplumun hiyerarşik olarak yapılandığından kuşku duymuyordu. Etkilendiği iki isim hem Marx hem de Nietzsche çatışmayı, güç mücadelelerini esas alan bir dünya görüşüne sahiptiler.
Marx zaten tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu söylüyordu. Üretim tarzları değiştikçe mücadelenin tarafları değişmiş olsa bile tarihe asıl ivmesini veren şey hakim sınıflar ile bağımlı sınıflar arasındaki mücadeleydi. Önce artık ürüne el koyma için başlayan mücadele kapitalizmde sömürünün biçim değiştirmesiyle beraber artı değerin çekilip alınmasına dönüşmüştü. Toplumdaki tüm ezme ezilme biçimleri bu ilişkiden kök alıyordu. Nietzche ise güç isteğini yaşamın kaynağı olarak görüyordu. Her türlü arzunun, isteğin ve dürtünün arkasına gizlenen şey güç isteğiydi. Yaşam güç isteklerinin çarpışmasının bir arenasıydı. Yönetmeye ehil olanlar, değerleri yeniden tanımlayacak olanlar sadece güç arzusu ile dolu olanlardı. Hıristiyan ahlakı aslında yılgınlığın, sinmişliğin ve yaşam gayretinden feragatin ahlakıydı.
Weber içinde yaşadığı Prusya toplumunu da bu dünya görüşünün etkisi altında değerlendiriyordu. Büyük toprak sahibi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti. Babası Bismarch’ı destekleyen milliyetçi liberal partiye üyeydi. Prusya Reichtag’ına üye olarak da girmişti. Ama Weber’in babasıyla arası hiç iyi olmadı. Ölüm döşeğindeyken ziyaretine gitmekten bile kaçındı. Anne tarafı ise daha okur yazar bir aileydi. İçlerinden yazar ve akademisyenler çıkmıştı. Weber’in annesine olan düşkünlüğü daha fazla idi. Bu çelişkiler 20.yüzyılın başlarında büyük sosyoloğu kalıcı bir depresyona sürükleyecekti. Bu sürenin büyük bölümünü hastanede geçirmek zorunda kaldı. Okuduklarını bile anlayamayacak uzun zamanlar geçirdi.
Weber’in ağır depresyonuna neden olan şeyi Prusya toplumundan bağımsız düşünebilmek mümkün değildir. Bu toplum tam anlamıyla bir geçiş toplumuydu. 19.yüzyıl başlarında Alman Prenslikleri arasında ayrıcalıklı bir mevkiye sahip değildi. Napolyon’un Avrupa seferleri sırasında devrim ordularından büyük bir yenilgi almıştı. Devrim ordularının işgali altında bulunmadığı için Napolyon reformlarından çok da payına düşeni almamıştı. Napolyon işgali altında bulunan Alman toprakları ciddi reform hareketlerinden geçmişti. Toprak, hukuk ve parlamento alanlarında yeni düzenlemeler yapılmıştı. Devrimci fikirler zanaatkarlar ve meslek sahibi küçük burjuvalar arasında yaygınlaşmıştı. Ama Prusya toprak sahibi Junker sınıfının kontrolü altında gericiliğin kalelerinden biriydi. Nitekim Rusya, Avusturya-Macaristan ile birlikte Prusya Viyana Kongresine diğer gerici güçlerle beraber oturmuştu.
Prusya üstünlüğünü Humbold sayesinde eğitim sistemini canlandırarak, işleyen bir bürokratik aygıt tesis ederek farkettirmeye başlamıştı. Ekonomisi ağırlıklı olarak tarımsal ürün ihracına dayanıyor ve İngiliz mamul mallarının önemli alıcıları arasında yer alıyordu. Hohonzolern sülalesine dayalı bir hanedanlık sistemi vardı. Krallık babadan oğula geçiyor ve hakim sınıfı saray soyluları ile toprak aristokrasisi junkerler oluşturuyordu. Girişimci sınıf tam anlamıyla teşekkül etmemişti. Ancak gümrük birliği konusunda öncülüğü Prusya’nın yapmış olması yeni ortaya çıkmaya başlayan burjuvaziye Alman Konfedarasyonu üzerinde mukayeseli bir üstünlük sağlıyordu. Ama bu burjuvazi daha henüz hakim sınıfın ne bir parçası haline gelebilmişti ne de kamu yaşamında bir ağırlığı vardı. Bütün bunların olabilmesi için halkların baharı sayılan ve bütün bir Avrupa’yı tepeden tırnağa titreten 1848 ihtilallerini beklemek gerekecekti. Devrimler tıpkı Fransız devriminde ve sonrasında Napolyon seferlerinde olduğu gibi Avrupa’yı yerinden sarsacak ve tarihe bir ivme verecekti.