Varda Köprüsü Gezisi

Yaşar Erkmen

Her yaşın ayrı bir güzelliği var. Bu söz, kimine göre züğürt tesellisi, kimine göre de yaşam felsefesidir. Emekli olduktan sonra sıkıntıdan patlarım diye düşünürken tam tersi oldu. Yapılacak o kadar çok iş, katılacak o kadar çok etkinlik oluyor ki bütün bunlardan başımı kaşıyacak zaman bulamıyorum, desem yeridir.

İngiliz siyasetçi ve yazar William Gladstone, ta 19. yüzyıldan bana destek verir gibidir: “İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar, oysa yaşamadıkça yaşlanırlar.”

Bu konuda ünlü Rus sinemacı Tarkovski daha acımasızdır: “Ve insan 25 yaşında ölür, 75 yaşında gömülür.”

Ölümü bir kenara bırakıp biz yaşamaya bakalım.

Bütün bu yoğunluk içinde bir de fırsat buldukça gezilere katılmaya çalışıyorum. Bugüne değin gidemediğim, burnumuzun dibindeki Varda Köprüsüne (Alman Köprüsü) yapılan bir geziye katılma fırsatı doğmuştu. Geziyi Eğitim Sen düzenliyordu. 1990 yılında başlayan sendika üyeliğim, 2021’de emekli olana dek sürmüştü. Emekli olduğum için üyeliğim düşse de yönetici arkadaşlarımın davetini kabul ederek bu geziye katılmaya karar verdim.

Yolculuğumuz, saat dokuz gibi Metropol Hastanesinin önünden başladı. Kafilemizi taşıyan dolmuşlar, bir saat içinde Karaisalı’yı geride bırakıp dağın yamacına tırmanışa geçmişti bile. Hacıkırı Tren İstasyonunun yanı başından kıvrılınca Alman Köprüsü’nün muhteşem görüntüsü karşıladı bizi. On beş dakikalık çay molasından sonra tekrar dolmuşlara binip on kilometre daha tırmandık. Dolmuşlar bizi cezalandırır gibi dağın başında bırakıp döndü. Bu gezinin amacı, çevremizin doğal ve kültürel zenginliklerini tanımak, çam kokulu temiz bir alanda yürüyüş yapmaktı.

On kilometrelik inişli çıkışlı asfalt parkurda yürüyüşe başladık. Kimimizin temposu yüksek, kimimizinki düşük olduğundan kafilenin boyu uzamış, öndeki grupla sondaki grup arasında neredeyse bir kilometrelik bir mesafe oluşmuştu. Hacıkırı Tren İstasyonunun önüne geldiğimizde yol ikiye ayrıldı. İşte, dananın kuyruğu da tam olarak burada koptu. Evinin önünde ekmek yapan yaşlı teyzenin uyarısına da kimse kulak asmadı. Elindeki sopayla zaman zaman yoldan çıkıp patika yollara yönelen arkadaşımız, arada bir “Yanlış yoldayız galiba.” demesine de kimse aldırış etmiyor, herkes doğru yolda olduğunu sanıyordu. Eli sopalı arkadaş, derdini kimseye anlatamayınca, Alman Köprüsüne dönen şoförlerden birine telefon açıp haklılığını ispat edince, fazladan indiğimiz bir kilometrelik yolu oflaya puflaya gerisin geri tırmandık. Ekmek yapan yaşlı teyze bize bakıp kıs kıs gülüyordu. Büyük lafı dinlememenin cezasını ayaklarımız çekmişti. Diğer yola saptık. Beş dakika içerisinde Alman Köprüsü karşımızdaydı.

Herkes çardakların altında kendine bir yer buldu. Bir yandan yorgunluk çayları içilirken bir yandan da yemek hazırlığı başladı. Mangallar yakılıp kebap kokuları ortalığı sarınca açlığımızı iyiden iyiye hissetmeye başladık. Yenilip içilirken yeni dostluklar oluştu, koyu sohbetler başladı. Kimi ayran içti, kimi kola; kimi rakı içti, kimi şarap. Kimi bendir çaldı, kimi darbuka. Masaların birinde başlayan türkü, diğerinde yankı buldu. Önce halaya durdu bir grup, sonra uzayıp gitti halayın kuyruğu, piste sığmaz oldu. İnsanlar sohbete, eğlenmeye, şarkı-türkü söylemeye hasret kalmış gibiydi.

Bir ara çay almak için kalktığımda, uzun zamandır görmediğim arkadaşımın davetini kırmayıp masalarına oturdum. Bir atasözümüz, “Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa anlaşır.”  der. Yanındakilerle tanışınca ortak yönlerimizi keşfettik. Özgül Hanım, Adana’da ilk atandığım okulda çalışırken, kızı da son görev yaptığım okulda okuyordu ve üç gün sonra kızının sınıfında bir söyleşiye katılacaktım. Sohbeti biraz daha uzatırsam aç kalabilirdim. Arkadaşların yanına döndüm. Masa mezelerle, salatalarla donatılmış, kadehler doldurulmuştu. Bir yandan yenilip içiliyor, bir yandan da sohbet ediliyordu.

Edebiyat, sosyoloji ve felsefe soslu sohbetimizin ana karakteri Erdal Düzgün, her konudaki ilginç yaklaşımları ve örnekleriyle kendini dinletiyordu.

Erdal, bana Ümit Yaşar Oğuzcan’ın dizelerini anımsattı:

“Biraz kül biraz, duman,

O benim işte…”

Az edebiyat, biraz sosyoloji ama çokça felsefe; o Erdal Düzgün’dü işte.

Derken saat 17.00’yi bulmuş, dönüş vakti gelmişti. Vücutlar yorgun ama kafalar dinlenmiş olarak yola çıktık. Koca kentin üstüne karanlık çökerken geziye başladığımız noktadaydık. Dostlarla vedalaşıp evin yolunu tutarken gezinin bir muhasebesini de yaptım. Her şey iyi ve güzeldi. Aksaklıklar, eksiklikler yok muydu? Olmaz mı?

Ufak tefek aksaklıkları bir kenara bırakıp en önemli iki eksikliği söyleyeyim:

İyi bir gezi planı yapılmamıştı. Bu tür gezilerde grubun başında, yöreyi tanıyan, tarihini ve kültürünü bilen bir rehber olmalı ve gezilen görülen yerler hakkında, bilgi vermeliydi.

Her şeye rağmen güzel, eğlenceli ve yararlı bir gezi oldu. Yeni gezilerde buluşmak dileğiyle, Eğitim Sen’e teşekkür ediyorum.