Türkiye'deki sosyal belediyeciliğin milli görüşe ait bir model olduğunu iddia etmiştik. Çok sınırlı istisnalar bulunmakla birlikte bugün Türkiye'de hakim olan yerel yönetim modeli de budur. Bu modelin içinden konuşanlar sosyal belediyeciliğin yanına şeffaf, denetlenebilir ve katılımcı olmayı da eklerler. Fakat bu sıralanan ilkelerin uygulamada hiçbir karşılığı yoktur. Örneğin katılımcılığın tarih boyunca yüklendiği anlamlar ile pratikte uygulanışı arasında sıradağlar vardır. Katılımcılık her şeyden önce halkçılık ilkesini içerir ve belediyenin yönetimine halkın doğrudan katılımını esas alır. Halkın belediye yönetimine katılımı mahalle meclisleri aracılığıyla gerçekleşir. Mahalle düzeyinde örgütlenmiş olan halk mahalle ile ilgili alınacak tüm kararlarda nihai onay vericidir. Sadece onay vermekle de yetinilmez önceliklerin, tercihlerin ne olacağına da bizatihi karar verir. Halk hizmet alıcısı olmakla da yetinmez belediye kendisine ait olduğu için hizmetin doğrudan içinde yer alır. Yani işçi konseylerinde nasıl yöneten yönetilen ilişkisi ortadan kaldırılır ise katılımcı belediyecilikte de halk hizmetin sadece nesnesi olmakla kalmaz üretimin doğrudan içerisine çekilir. Fatsa deneyiminde halk çamur kampanyasının doğrudan içinde yer almış ve belediye ile birlikte mahalleleri çamurdan arındırmıştı.
Türkiye'de belediyelerde uygulanan katılımcılığın içeriği çok cılızdır. Belediyelere girişte beyaz masalar, halk masaları kurmak sanki katılımcılık gibi aktarılır. Halk günleri yapmak katılımcılığın şahikası olarak sunulur. Mahalle ölçeğinde ise muhtar asli muhatap olarak kabul edilir. Neoliberal yönetişimin mantığı gereği kurulan kent konseyleri ile de sarmal tamamlanır. Bunların hepsi sınırlı bir katılıma izin verir.
Halk günlerine çoğunluk halk değil başkanların amigoları gelir, bulunulan ortam halkın kendisini rahatça ifade etmesine izin vermeyecek şekilde dizayn edilir, çoğunda canlı yayında yapıldığı için ortam başkanların propagandasının yapıldığı bir yöne doğru kayar. Doğrudan ihtiyaçların iletilmesi anlamında çok sınırlı bir fonksiyonu yerine getirdiğinin altını çizelim şimdilik.
Muhtarlık AKP iktidarında güçlendirildiği için muhtarlığa olan ilgi artmış ve seçimler kıran kırana geçen bir hüviyet kazanmıştır. Ancak idare hukuku okuyan herkes bilir ki muhtarlık bir kamu ajanlığıdır. Muhtar bulunduğu mahalde kamu tüzel kişiliğinin temsilcisidir. AKP pratiği ile birlikte de muhtarlık rejimin payandası yapılmak istenmektedir. Bu nedenlerle muhtarlık üzerinden mahalle ile kurulan ilişkinin katılımcılık unsuru içerdiğini iddia etmek katılımcılıktan hiçbir şey anlamamaktır.
Kent konseyleri ise halkı değil sivil toplumla iştigal eden yerel seçkinleri sisteme eklemler. Neoliberal zamanlarda yönetime demokratik bir muhteva kazandırabilmek için 'yönetişim' kavramı icat edildi. Yönetenlerin yönetilenleri de dahil ettiği yönetme biçimine yönetişim denmeye başlandı. Fordist birikim rejimi yerini post fordizme bırakırken yönetim mentalitesine esneklik kazandırmak için yönetişim kavramı ortaya çıktı. Kent konseyleri dünya tarihsel ölçekte yaşanılan bu gelişmenin ürünüdür. Yerel seçkinleri ama daha çok sermayeyi doğrudan biçimde belediyelere eklemlemeyi hedefler. Ancak Türkiye'deki uygulama bütünüyle belediye başkanlarının inisiyatifine bırakılmıştır. Mevzuat gereği kent konseyleri belediye meclislerine sadece tavsiyede bulunabilir. Belediye Meclislerinin gündemleri çok sınırlı yöntemler dışında tümüyle belediye başkanı tarafından belirlendiğinden tavsiye kararlarını meclis gündemine getirmek ve karara dönüştürmek de başkanların iradesine terk edilmiştir. Türkiye uygulamasında kent konseylerinin varlığı çoğunluk kağıt üzerindedir. İstisnaların varlığını elbette inkar etmiyoruz. İstisnalar ise belediye başkanlarının demokrat kişiliği ve kent konseyi yöneticilerinin birikimi ile mümkün olmaktadır.
Görüldüğü gibi belediye başkanlarının çok övündükleri katılımcılığın ufku maalesef bu kadardır. Çünkü belediyelerde kurulan sistem bir tek adam yaratmaktadır. Bugün bir tek adam rejimi, saray düzeni olmakla eleştirilen düzen tam da eleştirdiğimiz her şeyi yerel yönetimlerde hayata geçirmektedir. Belediye başkanı hem icranın hem encümenin hem de belediye meclisinin başıdır. Yerel yönetimlerdeki idari sistem güçlü başkanlar zayıf meclisler yaratmaktadır. Belediye meclislerinde dahi gündem kahir ekseriyet başkan tarafından belirlenir. Meclisin içinden gündem önerilmesine çoğunluk rastlanmaz. Önerge verilmesi ise çok istisnai bir durumdur. Daha belediye organizasyonunda güçlü başkanlara imkan veren bir sistemin katılım yönünün kadük kalacağı ise aşikardır.
Yerellik egemen kentbilim literatüründe demokrasinin beşiği, doğduğu yer olarak nitelendirilir. Demokrasi kültürünün ancak yerelden başlayarak gelişebileceğine vurgu yapılır. Demokrasi bir egemenlik biçimi olmakla beraber antik Yunan'dan bu yana çoğunluğun, halkın yönetimi anlamlarıyla da özdeşleşmiştir. Halk ne zaman yöneticilerin nesnesi olmaktan çıkmaya karar vermiş ise egemenliğini evvela yaşadığı mekana damga vurmak suretiyle göstermiştir. Marx'a göre proleterya diktatörlüğünün ilk uygulanışı Paris Komünü ile olmuştur. Mülk sahipleri için bir diktatörlük olan komün halk için doğrudan demokrasinin formuydu. En yüksek yöneticinin ücreti sıradan bir işçininki kadardı. Tüm görevlere seçimle gelinirdi ve her an geri çağrılabilirdi. Komün devletin yerine getirdiği tüm işlerin toplum tarafından yapılmasına imkan sağlayarak, toplumun üzerinde bir baskı aygıtı olarak var olmasını sona erdiriyordu. Küçücük Fatsa'ya tahammül edilememesinin, zamanın Başbakanı Demirel'in hedef göstermesinin nedeni de o küçük ilçenin ilk defa doğrudan demokrasi mekanı haline dönüştürülmüş olmasıydı. Şimdi katılım adına vazedilen şeylerin kadüklüğü karşısında bizlere ilham olması gereken şeyler çok uzaklarda değil kendi tarihimizde saklı duruyor.
Katılımdan sonra 'sosyal belediyeciliğin' diğer yönlerini tartışmaya devam edeceğiz.