“ Sabah 6.30 gibi sabah namazı için kalkıyoruz. Sonra okula gidiyorum. 4.30 – 5.30 arasına kadar okuldayım. Zaten 5.00 gibi yemek yeniyor. Sonra akşam namazı var. Ondan sonra bir saat kadar burada bazı kitapları okumak zorundasınız. Ondan sonra yatsı var ve bunları yapınca saat yaklaşık 8.00 oluyor. Psikolojik olarak çok yoruluyorsunuz; zaten tüm gün okuldasınız ve bir de istemeye istemeye bunları yapınca özgürlüğünüz elinizden gitmiş gibi hissediyorsunuz… Gerçekten bir yerden sonra dayanılmıyor. Pazartesileri de burada cemaat dersi var. 8.00’de geliyor cemaat, 10.00’a kadar buradalar ve ona da katılmak zorundasınız. İçinde bulunduğum durumda tüm yaşama umudumu ve sevincimi kaybettim.”
Bu cümlelerin her biri birer ok gibi yüreğimize saplanmalıydı; toplumun umudu olması gereken bir üniversite öğrencisinin ‘ yaşama umudunu ve sevincini kaybettiren ‘ nedenleri ortadan kaldıramadığımız için. Üniversite okumanın getirdiği ağır yük yetmezmiş gibi, bedeni içine itildiği cemaat tarafından da sıkıca disiplin altına alınmış bir gencin feryadını işitecek kulaklar hala var mı? Ders çalışmanın getirdiği ağır yük yanında yaşamının her anı dinsel otorite tarafından da zaptı rapta alınmış. Fransız düşünür Foucault disiplin teknikleriyle bedenin kontrol altına alınmasına, bedenle birlikte zihninde uysallaştırılmasına ‘ biyopolitika ‘ diyordu. Foucault görüş ufkumuzu genişleterek, iktidarın sadece zihinleri değil bedenleri de kontrol etmek suretiyle kendini yeniden ürettiğini söylüyordu. Cezalandırma ile haz, kontrol ile ayartma birbirini dışlamak yerine karşılıklı üreterek var olabiliyorlardı.
Üniversite eğitimi bu topraklarda çok kısa dönemler hariç hiçbir zaman ‘ insan yetiştirmeyi ‘ hedeflemedi. Amaç hep tornasından geçenleri meslek sahibi yapmaktı. Meslek sahibi olmak hem piyasanın işgücü ihtiyacını karşılayacak hem devletin personel açığını tamamlayacak hem de aileler ve talebeler için sınıfsal yükselmenin vasıtası olacaktı. Eğitimin kişi yetiştirmek, dünyadan sorumlu yurttaşı hazırlamak yönleri sürekli bastırıldı. Boş zamanın sağladığı özgürleşme imkanları düşünüldüğünde bir üniversite öğrencisi açısından yaşamının en mutlu, en verimli ve en coşkulu anları olması gereken bu dönem, ülkenin ürettiği bütün çelişkilerin kristalize olduğu bir kesite ve sonuçta karabasan haline gelmiş. Devlet eğitimi herkes için ulaşılabilir ve bedava yapmaktan uzaklaştığında gençler için tarikat ve cemaat yurtları zorunlu bir mahkumiyete dönüşmüş. Devletin sosyal ağlarından dışlanan yoksul aileler için bu kurumlar telafi mekanizması haline gelmiş. Yani çok yönlü bir kuşatmayla karşı karşıya bırakılmış toplum. Hem aileler hem de taşra üniversitelerinde okumak zorunda kalan gençler açısından fazla bir alternatif kalmamış.
Geldiğimiz aşamada ülkenin istikbali tarikat ve cemaatlere terk edilmiş. Tarikat ve cemaatler adeta bir dokunulmazlık kazanmış. Türkiye’nin entelektüel ve siyasal hayatı bunu elbirliği içinde başardı. Türkiye’nin siyasal düzeninin laiklik diye bir meselesi kalmadı. Bir dönem iktidar kavgaları bu kavram araçsallaştırılarak yapıldığından, yenen ve yenilenlerin dünyasında kavramın tüm izleri de silindi. Kavgayı laiklik üzerinden yürütenlerin hiçbir zaman özgürlük diye bir meselesi olmamıştı zaten. Laiklik onlar için imtiyazlarını koruyacakları bir zırh, toplumu kontrol etmenin aracıydı. Laiklikle denetleyemedikleri toplumu şimdi de siyasal İslamcıları kullanarak kontrol ediyorlar. Geçmişte devletin dini laiklikti şimdi siyasal İslamcılık.
Laikliğe lafta bağlı olanlar ise devletteki ve toplumdaki bu dönüşüm karşısında o kadar sinmişler ki laikliğin tabutuna çakılan her çivi karşısında gıklarını dahi çıkaramıyorlar. Devletin kurumları tarikat ve cemaatler arasında pay edilirken, herhangi bir tarikat veya cemaat ağına dahil olmadan devlete intisap mümkün değilken, toplumsal yaşam bu kurumlar tarafından tam bir cendereye alınmışken eleştirel bir söz ağızlarından çıkamıyor. Tüm bunlara rağmen toplumun büyük çoğunluğu çocuklarını bu yurtlara göndermek istemezken, en az yarısı tarikat ve cemaat yurtlarının devlet tarafından sıkıca kontrol edilmesini isterken, geri kalanı kapatılmalarını talep ederken siyasal muhalefet olayı geçiştirmeyi, üzerinde konuşmamayı ve sorulan soruları duymamış gibi yapmayı tercih ediyor.
Ürettiği tüm olumsuzluklara, çarpıklıklara, çürümeye rağmen bir kısım çevreler tarikat ve cemaatleri çevrenin sözcüsü, sivil toplum dinamiği, ceberut Kemalist rejimin yer altına ittiği, haksızlık yaptığı kurumlar olarak bayraklaştırdı. Bu yapıların ürettiği otoriterlik, hiyerarşik ilişkiler, devleti ele geçirme taktikleri, faşizme dölyatağı olmaları bilinçli bir körlükle görmezden gelindi. Soğuk savaş döneminde devlet tarikat ve cemaatleri sol yükselişi engellemek, sokak gücü olarak kullanmak ve çevrenin yoksul gençlerinin sola kaymasını önlemek için çok erkenden kullanmaya karar vermişti. Taşra gericiliğinin merkezi olan bu yapılar ilericiliğe karşı toplumsal bariyerler oluşturma konusunda mümbit imkanlar sunuyordu. Kağıt üzerinde devlet ile karşıtlık üzerinden tanımlanan sivil toplum kavramının içeriği o kadar boşaltıldı ki tarikat ve cemaatlerin sivil ve demokratik oluşumlar olup olmadığını sorgulamak artık cesaret gerektiriyor. Türkiye’nin Akp’ye karşı olduğunu iddia eden siyasal muhalefeti açısından laiklik şimdiki mücadelenin değil geleceğin konusu olabilir ancak. Çünkü muhafazakar kitleleri ürkütmemek, onların Erdoğan’ın oltasına takılmasını engellemek için bu konuları geçiştirmek gerekiyor.
Siyasal muhalefet hayatının baharında bir gencin çığlığı karşısında sessiz-suskun kalacaksa, onun içine itildiği karanlıkla hesaplaşmayacaksa, bu tür konuları hep geleceğe havale edecekse, bize vaad ettiği geleceğin şimdinin koyu karanlığından daha aydınlık olacağına neden inanalım ki?