'Uzun boylu, kemikli, çirkin, on sekiz buçuk yaşında, sarışın hazırcevap genç Eric John Ernest Hobsbaum, yüzeysel de olsa bir dolu genel bilgiye ve teorik ve özgün fikre sahip.' Bu satırlar Cambridge Kings Koleje gelmeden önceki yıllarını geçirdiği St.Marylebone Gramar School yıllığına öğrenci arkadaşları tarafından büyük tarihçi E.J.Hobsbawm için yazılmış. Onun ki Mısır, Viyana, Berlin duraklarından geçip en sonunda Londra'ya sığınmak zorunda kalınmış bir hayat. 20.yüzyılın başlarındaki sonu nerede biteceği belli olmayan pek çok hayattan biri. Aynı şeyi Said'in anılarını okuduğunuzda da görürsünüz. Ortadoğu'nun azınlıkları hayatta kalabilmek için sürekli yer değiştirirler. Aynı şey Avrupa'da Yahudileri beklemektedir. Toplumsal hıncın doğrudan nesnesi haline gelirler. Kendilerini güvenli bir yere atabilmek için sürekli yer değiştirirler. Neyse... Hobsbawm daha Kings'e gelmeden ünü ondan önce gelmiştir: 'koleje her şeyi bilen bir çocuk gelmiş.' 20.yüzyılın kuşkusuz en büyük tarihçilerinden biri sayılması gereken tarihçi için yakıştırılan sıfat 'her şeyi bilen çocuktur.'
Şimdi 19.yüzyıla, ilk yarısına dönelim. Moses Hess Auerbach adlı arkadaşına aralarına henüz yeni katılmış 23 yaşlarındaki yeni arkadaşını tanıtmaktadır:' Şimdi arkadaşlarımızdan birisi olan bu adamla tanışmaktan memnun olacaksın... Bu adam, her ne kadar ben de tamamen aynı konuda çalışıyorsam da, üzerimde olağanüstü etki yapan bir fenomendir. Halen hayatta olan en büyük, belki de tek gerçek filozofla tanışacağına emin olabilirsin. Yakın gelecekte (basın ya da konferans salonlarında) bütün Almanya'nın gözlerini üzerine çekecektir. Felsefe öğretmenim olarak hep böyle bir adamı arzu etmişimdir. Gerçek felsefede ne kadar cahil olduğumu şimdi ilk kez hissediyorum. Ama sabır! Şimdi bir şeyler öğrenmeye başlayacağım. Dr.Marx, -mabudumun adı budur- (yaklaşık en çok yirmi dört) henüz çok genç bir adamdır ve ortaçağ din ve siyasetine öldürücü darbesini (coup de grace) vuracaktır. En derin felsefi ciddiyeti en alaycı zeka ile birleştirmektedir. Rousseau, Voltaire, Lessing, Heine ve Hegel'in bir adamda birleştiğini düşün -birleştiğini diyorum, toplandığını değil- ve işte sana Dr.Marx. '
Moses Hess'in arkadaşına tanıttığı kişi Marx'dı. Çok erken yaşlarda edebiyat ve şiirle ilgilenmişti. Şiirlerini babası ve nişanlısı Jenny'e gönderiyordu. Romanlarını ise beğenmiyor ve yok ediyordu. Yok ettiği en az dört-beş romanı vardı. Okulda Alman gençliğine özgü bütün haylazlıkları yapmıştı: Sabahlara kadar bira içiyor ve düello yapmaktan çekinmiyordu. Sonra felsefeye ilgi duydu ve basamakları çok hızlı tırmandı. Doktorasını antik atomculuğun isim babası Demokritos üzerine yaptı. Sonra akademik kariyerden vazgeçti. Radikal Köln burjuvazisinin yayın organı olacak Rheinische Zeitung'un yayın yönetmeni oldu. Hess ile tanışıklığı buradan geliyordu. Gazetede köylülerin odun hırsızlığı üzerine çıkan haberler sınıfsal olana ilgisini yöneltecekti. Eskiden ormandan ihtiyacı olan odunu toplayabilen köylüler şimdi bu eylemleri nedeniyle hırsızlıkla itham ediliyordu. Marx bu sorunu gündemde tuttuğunda burjuvazinin sınıfsal limitlerini de fark etmişti. Aynı konuyu Balzac 'Köylüler' romanında işleyecekti. Aristokratlar köylülere karşı yüce gönüllü davranırken burjuvalar her şeye meta gözüyle bakıyordu. Giderek radikalleşen ve komünizmle tanışacak olan Marx, Hess ile de yollarını erkenden ayıracaktı.
Baker'e varmak için kat ettiğimiz yol belki çok uzun sürmüş olabilir. Kendisi de böyle yapmıyor muydu? Onun yaptığını yapmak neden meşru olmasın? Ölümünün ardından ODTÜ'de yaptığı konuşmada bunu ilk dillendiren hocası Nalbantoğlu olmuştu. Baker'in yazım tarzını caza benzetmişti. Müzik türleri arasında doğaçlamaya, 'saçaklanmaya' en müsait olan cazdı. Hoca yazım tarzının zihninin işleyiş biçimini yansıttığını da söylüyordu. Doktora tezi yayınlandığında yazdığı önsöz de yine bu hususa dikkat çekmişti. Yazısı ne kadar saçaklansa da, ne kadar dağılsa da en nihayetinde 'ortaya doyurucu bir bireşim' çıkıyordu. Aynı şeyden Orhan Koçak'da bahsedecekti 'Aşındırma Denemeleri'ne yazdığı sonsözde: 'Hedeften çok yolun kendisine önem verme eğilimi -dönemeçlerin, sapa yolların ve giderek çıkmazların tadını çıkarmaya yatkınlık. Gezinen, gezinmeye çıkmış bir zihnin zorunlu yüksüzlüğü...'
Baker'in ki yüksek tempolu bir yazı, şaşırtıcı, sürprizlerle dopdolu. Muhataplarıyla dengiymiş gibi konuşan, onlara aynı göz hizasından bakabilen bir yazı. Felsefe tarihinin büyük isimlerini sindirmiş, özümsemiş ve sanki onlarla ahbaplık ediyormuş gibi konuşan bir üslup. Baker çok sevdiği Spinoza'nın şu sözünü çok sık tekrarlar: ' Doğa ne uluslar, ne devletler ne de kastlar yaratmaz sadece bireyler yaratır.' Bireyler daha sonra bu kategorileri ve ilişkileri üretmiştir. Baker'in etkilendiği, önemsediği, ciddiye aldığı düşünürler de son tahlilde Doğa'nın ürünüdür. Baker'de onlarla söyleşen biridir. Bu nedenle dostluğa çok büyük önem verir. İnsanlar arasında kurulabilecek en kıymetli bağın dostluk olduğunu düşünür. Yazı ve konuşmalarında sözü mutlaka buraya getirir. Zorunluluk içermeyecek ve köleliğe dönüşmeyecek tek sosyal ilişki biçimi dostlukta üretilir. Dostluk kimliğin dayatmalarından muaftır, mensubiyet içermez. Ne ki dostluk Baker açısından daima bir kalkış noktası olan Yunanlar için felsefidir. Aristoteles dostluğu Polis'in güvenliği açısından düşünür. Dostluk gerçek bir yaşam pratiği olarak toplumsal deneyimin dışında beliren bir şeydir.
Baker'de tıpkı Hobsbawm ve Marx'da olduğu gibi çevresindekiler için daha hayattayken efsaneleşmiş biriydi. Efsaneyi sadece engin bilgi birikimi var etmiyordu. Kuşkusuz efsanenin en büyük gerekçesi sahip olduğu muazzam bilgiydi. Ama bununla da sınırlı değildi. Baker hayat tarzı, stili ve üslubuyla da bir efsane haline gelmişti. 90'lı yılları Ankara'da değil İstanbul'da geçirdiğimiz ve sonra da taşraya avdet ettiğimiz için bunun uzağında kaldık, ancak hep işitirdik, duyardık ve kulağımıza gelirdi. Baker imajlarda büyük filozofların şu özelliklerine vurgu yapmıştı; alçak gönüllük, dürüstlük ve yoksulluk. En fazla etkilendiği Spinoza çok yoksul bir hayat sürmüştü. Mercek imal ederek hayatını sürdürmüş ve yediği tozlar nedeniyle erken ölmüştü. Önünde tüccarlık yapıp çok para kazanabileceği bir hayat varken o hem Yahudi cemaatinden dışlanmayı göze almış hem de yoksul bir hayatı tercih etmişti. Ama Spinoza için bu hayat bilinçli bir seçimdi ve hiç şikayetçi olmadı. Hasımları tarafından bıçaklanmayı bile dert etmedi. Baker bu soya mensuptu. Ne akademik ün peşindeydi ne de konforlu bir hayat sürmek istiyordu. Bilgiyi kendine temel dert yapmış birisi olarak dürüst, sade, yoksul bir hayatı her tür şan ve şöhrete yeğliyordu. İmajlara değil duygulara önem verdiğinden ve duygularla zihin arasındaki etkileşime inanan bir Spinozist olarak filozoflarla ilgili anekdotlara da meraklıydı. Çünkü bu küçük anekdotların onların felsefelerini ele verdiğine inanıyordu. Kendisiyle ilgili anekdotlarda tahmin edileceği gibi çoktur. Ama bu topraklardan çıkmış önemli bir adam olduğu kuşkusuzdur.