Türkiye ve Şili biri Latin Amerika kıtasında diğeri Ön Asya'da bulunsa da tarihsel çizgileri arasında ortaklıklar tespit edilebilecek iki ülke. Parlamenter yollarla sosyalizme geçiş deneyimine tarihte ilk kez Şili'de tanıklık edildi. Salvador Allende demokratik seçimler sonucunda 1970 yılında iktidara gelmişti. 1973 yılında yapılan parlamento ara seçimlerinde seçmen desteğini daha da arttırmıştı. Görünen oydu ki Şili halkının sosyoekonomik değişim arzusu köklüydü. Bu değişim isteği sosyalizm seçeneğini toplumun önüne güçlü bir alternatif olarak getirdi. Allende attığı adımlarla hakim sınıfları kaygılandırıyor kaynakları halk sınıflarından yana çeviriyordu.
19.yüzyılın başından beri kıtayı arka bahçesi olarak gören ABD açısından sosyalizm seçeneğinin üstelik demokratik ve parlamenter yöntemlerle gündeme gelmesi tahammül edilebilir bir şey değildi. Hakim sınıflarla ABD emperyalizmi el birliği halinde bu seçeneği ortadan kaldırmak için iç buhranı tahrik etti ve bir askeri darbe ile Allende iktidarına son verdi. 11 Eylül 1973 yılında Allende elinde makineli tüfeği ile Başkanlık sarayını korumak için çarpışırken can verdi. Kravatlı hali ile çarpışırken çekilen fotoğrafı halkların belleğine kazındı. Tıpkı altı yıl önce Bolivya'da köylülerin ihbarıyla cellatları tarafından katledilen Guevera gibi. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Kissenger ' ülkesinin insanlarının sorumsuzluğu yüzünden bir ülkenin komünist olmasına seyirci kalamayız. Meseleler, Şilili seçmenlerin kararına bırakılmayacak kadar önemlidir ' diyecekti. Demek ki sandık demokratik sosyalizm seçeneğine karar verdiğinde hakim sınıflar için bu kararın bir anlamı yoktu.
Şili askeri yönetim altında bir şok doktrini uygulamasına maruz bırakıldı. Bu uygulama ilk defa ikinci dünya savaşı sonrasında CIA adına çalışan psikolog ve psikiyatrlar tarafından keşfedilmişti. Komünist militanlar sorgucuları tarafından aylarca her şeyden tecrit ediliyor ve dünyayla iletişimlerine son veriliyordu. Önce hayvanlar üzerinde yapılan deneyler şimdi militanlar üzerinde tatbik ediliyordu. Amaç geçmişe ait ne varsa hafızadan, belleklerden kazımaktı. Komünist militanların geçmişleri ile tarihleri ile tüm bağları yok edilmek isteniyordu. Bu uygulamalara şok terapi deniliyor ve şok doktrini olarak kavramsallaştırılıyordu. Bu tekniği sorgu odalarında, işkence hanelerde ve hücrelerde deneyen CIA ajanları şimdi bunu toplumlar üzerinde sınayacaktı. Şili bu sınamanın ilk yapıldığı yerdi. Darbenin hemen sonrasında 3200 insan kaybedildi, en az 80 bin kişi ceza evlerine dolduruldu ve 200 bin insan ülkelerini terk etmek zorunda kaldı. 1975 yılına gelindiğinde kamu harcamaları % 27 azaltılmıştı, 1980 yılına gelindiğinde ise yarıya inecekti. 500 kadar şirket ve banka özelleştirildi. 10 yılda yaklaşık 200 bin sanayi işçisinin işine son verildi. Ekonomi % 15 küçüldü işsizlik %20'leri aştı. Uygulanan tam anlamıyla bir şok terapiydi.
İşkence ve baskı ile insanlar yıldırılıyor. Direnme kapasiteleri zayıflatılıyor ve en küçük direnişler anında bastırılıyordu. Ekonomik şok teknikleriyle işçi sınıfı deforme edilerek var olan örgütlü yapıları dağıtılıyordu. Sosyal güvenlik sistemi özelleştirilerek insanların geleceğe umutla bakmaları engelleniyor ve şimdide yaşamaya mahkum ediliyorlardı. 1988 yılına gelindiğinde nüfusun % 45'i yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. En zengin % 10'luk dilimin serveti % 83 oranında artmıştı. 2007 yılına gelindiğinde dahi Şili dünyanın en eşitsiz ülkeleri sıralamasında 8.ülke konumundaydı. Uygulanan Naomi Klein'ın kitabına verdiği adda olduğu gibi tam bir ' şok doktrini ' idi. Parlamenter yollarla demokratik bir sosyalizme doğru ilerleyen bir halkın hafızası, bilinci, belleği adeta kazınmak isteniyordu. Ortaya şekilsiz, biçimsiz, geçmişini unutmak isteyen bir halk çıkartılmak isteniyordu.
Ekonomi Chicago Boys denilen neoliberalizmin en acımasız savunucuları olarak bilinen bir çevreye emanet edilmişti. Ekonominin bütün kritik yerlerine onlar getirilmişti. Toplum onlar için bir deneme, sınama tahtası gibiydi. Başlarında guruları olarak Milton Friedman denilen neoliberalizme iman etmiş bir profesör vardı. Friedman tüm tedrisatını Avusturya İktisat Okulu üzerine yapmıştı. Hayran olduğu kişiler Hayek ve Mises'ti. Ancak inandıkları liberalizmi hayata geçirebilmeleri için siyasi liberalizme dair ne varsa ortadan kaldırmaları gerekiyordu. İktisadi liberalizmi eksiksiz hayata geçirebilmek için siyasi liberalizme değil güçlü bir devlete ihtiyaç duyuyorlardı. Bu devlet açıkça bir sınıfın, hakim sınıfların devleti olacaktı. Alt sınıfların, halk sınıfların verdikleri mücadeleler sonucunda devlete kabul ettirdikleri her şeye karşı bir savaş başlatılacaktı. Bunun için gerekli olan askerlerin sopası ile siyasi ve iktisadi elitlerin işbirliğiydi. Bu model 1990 yılına kadar esnetilmeden sürdürüldü. 1990 yılında Pinochet iktidardan çekildi. Kendisi iktidardan çekilmiş olsa da kurduğu düzen dimdik ayakta kalmayı başardı. Pinochet'nin günahlarını onu bizzat destekleyen, sırtını sıvazlayan uluslararası kapitalist çevrelerde biliyordu. Binlerce insanın ölümüne, yaralanmasına ve hayatlarının bir daha iflah olmamasına sebebiyet vermişti. Dolaşımı engellendi, İspanyol bir savcı hakkında insanlık suçu işlediği gerekçesiyle soruşturma başlatıp ev hapsi kararı çıkarttı ise de Pinochet kısa bir süre sonra eceliyle can verdi.
Şu yukarıda anlattığımız hikayedeki ülkenin sadece adını değiştirip yerine Türkiye yazsak yaşananların üç aşağı aynı şeyler olduğu ortaya çıkacaktır. Elbette Türkiye'de sosyalizm parlamenter yollarla dahi olsa iktidara gelemedi. Ama onun eşiğine yaklaşamadığını Türkiye'nin modern tarihini iyi bilen hiç kimse iddia edemeyecektir. Sosyalizm iktidar olamadıysa dahi hakim sınıfları geceleri rahat uyutmadığı yeterince açıktır. Bunu Halit Narin'in ' hep işçiler kazandı şimdi kazanma sırası bizde ', Vehbi Koç'un Evren'e ' Komünist Parti'nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin , Ermenilerin, bir takım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakıyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim ' demesinden anlıyoruz. Hakim sınıfın en güçlü, temsil kabiliyeti en yüksek üyesi olarak Koç sınıf çıkarları öyle gerektirdiği için faşist diktatörlüğün başındaki kişinin ' emrine amade ' olduğunu söylemekte. Gerçekte ise faşizm sopasına sarılanlar hakim sınıfın emrine amade olmuştu. Koç bunu bilebilecek, fakat aksini söylemekten gocunmayacak kadar sınıf kurnazlığını sindirmiş biriydi. Cumhuriyet burjuvazisinin en has temsilcisi olmasının sırrı bu kurnazlıkta yatıyordu.
Şili'nin 11 Eylül 1973’den sonra yaşadıklarını bu topraklara yaşatmak için 12 Mart 1971'de ilk teşebbüs yapıldı. Fakat devrimci hareketin cesareti, gözü karalığı ve halk sınıflarındaki itibarı bu hevesi geri püskürttü. Uzun bir iç savaşın ardından, halk sınıfları takatsız bırakılarak 12 Eylül 1980'de ancak bu hedefe ulaşılabildi. Şili halkının yaşadıklarını Türkiye halkı yedi yıl sonra yaşamaya başlayacaktı.