Radikal demokrasiciler liberalizmin meziyetlerini keşfettiler. Serbest kapitalizm çağının ideolojisi olan liberalizme hak etmediği bir değer atfedildi. Geçmişte Marksizm içinde düşünülürken karşıya alınan kategorilerin erdemlerinin farkına varıldı. Liberalizm salt ‘bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler’den ibaret değildi. Düşünce ve ifade özgürlüğü, hukuk devleti, bireyin kutsallığı, tam teşekküllü insan hakları da liberalizmin içerdikleri arasındaydı. Sosyal demokratlar ise üçüncü yola girerek kapitalizme yeniden eklemlendiler. Keynesçilik ekonomiye devlet müdahalesini arttırıyor ve devleti bir iktisadi oyun kurucu haline getiriyordu. Devlet müdahalesi verimliliği düşürüyor, çalışan sınıfları tembelleştiriyor ve devletin mali açıklarını şişkinleştiriyordu. Ortaya hantal, kırtasiyeciliğe boğulmuş ve çalışmadan geçinenleri sırtında bir safra gibi taşımak zorunda kalan bir devlet cihazı çıkmıştı. Devlet iktisadi faaliyetlerden elini eteğini çekmeli bu alanları sermayeye terk etmeliydi. Devlet üretim yapmamalı, kalkınmacı retoriğini bırakmalıydı. Devlet işletmeleri özelleştirilmeli, devletin üstlendiği fonksiyonlar sermayeye devredilmeliydi. Devlet liberal öğreti de olduğu gibi asgari sınırlarına çekilmeliydi.
Bu başlıkların neredeyse tamamı sermayenin devletin önüne koyduğu programdan alınmıştı. Refah devleti uygulaması ile sınıflar arasındaki uzlaşmayı gözeten devlete artık ihtiyaç yoktu. Devlet çalışan sınıflara karşı yerine getirdiği sorumluluklardan arınmalı, uzaklaşmalıydı. İkinci savaş sonrasının sınıf mücadelelerinin getirdiği ve özellikle sosyalizmin dünya tarihsel varlığını ensesinde bir tehdit olarak hisseden kapitalizm artık bu ayak bağlarından kurtulmak istiyordu. Sosyalizmin gözden düşmesi onun saldırısına ayrı bir ivme katıyordu. Sermayenin içine girdiği krizden çıkabilmesi için devleti dönüştürmesi ve onu kendi sınıfsal çıkarlarının çok daha fazla kollayıcısı haline getirmesi gerekiyordu. Liberalizm bu işi için biçilmiş bir kaftandı. Yeni sürümüne bu nedenle neoliberalizm denilecekti.
Politika asıl olarak maddi çıkarların kavgasının verildiği bir alan olmaktan uzaklaştırıldı. İlginçtir devlet çok daha fazla sermaye boyunduruğu altına alınırken politika alanı sınıfsal talep ve isteklerin boy gösterdiği bir arena olmaktan çıkıyordu. Sınıfsal talepler yerlerini kültürel taleplere bırakıyordu. Çalışanların sayısı her geçen gün artarken, ücretliler toplumda ekseriyeti oluştururken politika alanı onlara kapalı tutulmaya başlamıştı. Sosyal demokratların örgütlü işçi sınıfı ile kurdukları ayrıcalıklı ilişki sona ermeye başladı. İşçi sınıfının kompozisyonu da değişmeye başladı. Sanayi işçilerinin işçi sınıfı genel kütlesi içindeki nicelikleri azalmaya başlarken yeni uluslararası iş bölümü gereği bir kısım sektörler maliyetleri düşürmenin baskısı altında çevre ülkelere taşınmaya başladı. İşçi sınıfının kompozisyonunda hizmetler sektörü ağırlıklı hale geldi. Sosyal demokrat partiler giderek geleneksel işçi sınıfının temsilcileri olmak yerine hizmetler sektöründe istihdam edilenlerin sözcülüğüne soyunmaya başladılar.
Hizmetler sektörü de türdeş değildi. En altta boğaz tokluğuna, günü birlik, güvencesiz çalışan milyonlar vardı. Ama diğer yandan yüksek maaşlar ile çalışan kapitalizmin yeni gözde meslekleri vardı. Şirket yöneticileri, medya çalışanları, bilişim sektörünün yeni katmanları da nesnel olarak hizmet sektöründe çalışıyorlardı. Onlarda ücretli emek kategorisine dâhildiler. Ancak hem aldıkları ücretler yönünden hem de statüleri nedeniyle çoğunluktan farklıydılar. Kapitalizmin anonimleşmesi ile birlikte patronlar adına yetki, sorumluluk ve risk bunlara geçtiği için sermaye ideolojisini içselleştirmişlerdi. Buna uygun bir kültürel tavra sahiptiler. Bol seyahat edebiliyorlar, lüks tüketim yapabiliyorlar ve kendilerini çoğunluktan ayırmak için bireysel zevkler geliştiriyorlardı. 68’in gerçekleştirdiği cinsel devrimin asıl uygulayıcıları da bu katmanlardı. 68 gelişmiş kapitalizmin tutuculuğuna haklı bir isyandı. Aile dâhil özel alanı sorgulamaya açmıştı. Özel alan ile kamusal alan arasındaki ayrımları yok etmişti. Bahsettiğimiz yeni orta sınıfların dünyasında isyan değil hazcılık, epiküryen bir yaşam tarzı vardı. Üçüncü yol politikaları geleneksel işçi sınıfından uzaklaştıkça yeni orta sınıfın kimlikçi, hazcı, kültürel kimlikçi politikalarına yanaştı.
ABD örneğinde de bunu net bir biçimde görebiliyoruz. Geleneksel olarak Demokratlar işçi sınıfının örgütlü, sendikalı, ilerici bölmeleri ile yeni orta sınıfların liberal değerleri özümsemiş, ilerici unsurlarının bir koalisyonuna dayanıyordu. Amerikan taşra muhafazakârlığından şikâyetçi olanlar; cinsel tercihlerini serbest bir biçimde yaşamak isteyenler; göçmenler, yabancılar üzerindeki baskıların hafifletilmesini, uygulanan kontrollerin gevşetilmesini talep edenler; medeni hakların taşıyıcısı olan siyahiler; kendilerini ortalama Amerikalıyı temsil eden WAPS kategorisinin dışında gören Latinolar bahsettiğimiz koalisyona eklemleniyorlardı. Demokratlar medya endüstrisinde, sinema sanayinde ve geniş bir istihdam alanına sahip üniversitelerde de çoğunluğa sahip ve daha örgütlüydüler. Cumhuriyetçiler ise Amerikan taşrasında, orta eyaletlerde, dinsel cemaatlerde daha belirleyiciydiler.
Bütün bu saydığımız olguları tamamlayıcı iki büyük olgu ile birleştirmemiz gerekiyor. İlki 2008 krizi diğeri ise ABD’nin hegemonik gerileyişi. 2008 krizi görünürde bir emlak balonu sonucunda patladı. Ancak bu krizin sadece bir dışavurumuydu. O günden beri bambaşka bir dünyanın içerisinde yaşıyoruz. 2008 yılından bu yana yaşadığımız tüm gelişmelere de bu kriz olgusu damgasını vuruyor. Bu kriz küreselleşmeci ideolojiye bir daha toparlanmasına fırsat vermeyecek bir darbe indirdi. Dünya çapında ticaret savaşlarını hortlattı. Vekâlet savaşlarının sayısını arttırdığı gibi büyük güçleri karşı karşıya getirecek savaşlara zemin hazırladı. Tedarik zincirleri kırdı, işlemez hale getirdi. Bölgesel kutuplaşmalara hız verdi. Hegemonya savaşlarının temposunu yükseltti. Amerikan liderliğini çok daha fazla sorgulanır hale getirdi. 2008 krizini Marksist iktisatçılar üçüncü depresyon olarak nitelendiriyor. Depresyon uzun vadeli durgunluk demek. Kapitalizmin yeni üretici güçlerin önünü açabilmesi için eskilerini yıkması gerekiyor. Bu yıkım ise savaş olmaksızın mümkün değil. Krizin tüm faturası sermaye tarafından çalışanlara fatura edilmek isteniyor. Çalışanlar ise hem örgütlü değiller, çünkü örgütlülükleri neoliberal taarruz ile büyük ölçüde dağıtıldı hem de siyaset düzeyinde temsil edilecek partilere sahip değiller. Sosyal demokratlar üçüncü yol politikaları ile işçi sınıfı üzerindeki temsil kabiliyetlerini kaybettiler. Birer sermaye partisi haline geldiler. Krizin zembereği altında tutunacak dal arayan çalışanlara verecekleri bir şey yok. Kriz toplumu arayışa, bu arayışa cevap veremeyenleri ıskartaya ayırıyor. Depresyon toplumları aşırı uçlara doğru itiyor. Beyaz yakalı üst sınıflar ile bütünleşmiş ve çalışanların maddi çıkarlarının sözcülüğünü yapmayı bir yana bırakmış partiler ise sürece cevap veremiyor.