Popülizm en sonunda bireysel terörizme vardı. 1881 yılında, Çar 2.Aleksandr’a yapılan suikast ile doruk noktasına ulaşmıştı. Çar’a ilk suikast denemesi 1866 yılında yapılmıştı, ama Çar ölümden kıl payı kurtuldu. 1878 ile 1881 yılları arasında Rusya’yı bir terör dalgası sarmıştı. Halka zulmeden valiler, generaller, toprak sahipleri ve en sonunda da Çar bu dalganın hedefi oldu. Terörün kaynağında zulüm vardı. 1861 yılında toprak köleliği kaldırılmış, fakat bunu bir toprak reformu izlememişti. Toprak sahipleri serfliğin kaldırılmasının hıncını köylülerin topraklarına çökerek çıkarmıştı. Toprak köleliğinin kaldırılmasına sadece zemtsvoların kuruluşu eşlik etmişti. Çar zemtsvoları yerel danışma organları olarak düşünmüştü. Bunların yerel parlamento olma gibi bir özellikleri yoktu. Reform adına yapılanlar yalnızca bunlardı. Yoksulluğu önleyecek, Çarlığı anayasal monarşiye dönüştürecek adım atılmamıştı. Aydınların büyük bölümü ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı. Düşünceyi ifade etmenin önünde katı yasaklar vardı. Dergi ve kitaplar Çarlık sansüründen izin aldığı takdirde yayınlanabiliyordu. Sansürün izin vermediği dergiler kapatılıyor, kitaplar toplatılıyordu. Avrupa’nın tüm önemli şehirlerinde Rus aydınları koloni kurmuştu. Sürgünde yaşıyor olmalarına rağmen akılları fikirleri ülkelerindeydi. Belinski ile Herzen aydın muhalefetinin liderliğini yapıyordu. Çernişevski ütopik romanı ‘Nasıl Yapmalı’ ile Rus gençliğine ilham kaynağı olmuştu. Lenin örgüt teorisini anlattığı kitabına bu çok etkilendiği kitabın adını verecekti.
Canlı bir fikir ve düşünce hayatı vardı. Ağır baskılar altında kalsa da varlığını sürdürebiliyordu. Ancak Çarlık en küçük reforma dahi yanaşmıyordu. Toprak köleliği kaldırılmış bunu tamamlayacak adımlar atılmamıştı. Çarı ve soylulara eleştirmenin cezası çok ağırdı. Ya sürgün ya da darağacıydı. Belli başlı aydınların tamamı bu cezalardan paylarını almıştı. Dostoyevski idamdan mucize eseri kurtulmuştu. Belinski ve Herzen kapağı yurt dışına atmıştı. Bakunin yirmi yılını zindan da geçirmişti. Sibirya sürgünü sırasında Mançurya üzerinden Japonya’ya oradan ABD’ye kaçarak ve maceralı bir yolculuk sonunda da Avrupa’ya ulaşacaktı. Bu ağır koşullar Rus aydınını pes ettirmiyor, dayanma gücünü pekiştiriyordu. Otokrasinin zulmü arttıkça aydının adanmışlığı yükseliyordu. Baskı karşısında sinmiyor, geri adım atmıyordu. Halkın çaresizliği sadakatini daha yoğunlaştırıyordu.
Popülist düşüncenin halka ulaşmak konusunda attığı adımlar ya ters tepmiş ya da istenen sonucu vermemişti. Halktan beklenen reaksiyon alınamayınca bireysel terörizm son seçenek olarak ortaya çıktı. Bireysel terörizm bir çaresizliğin dışa vurumuydu. Arkasında ne bir strateji ne de örgüt teorisi vardı. Tedhişçinin şiddeti bir politik hedefe bağlanmış değildi. Şiddet bir politika aracı olmaktan çıkmış, amaç haline gelmişti. Bir örgütsel inşayı da hedeflemiyordu. Şiddetin yaratacağı etki ile sempatizanlar yaratmak bunları örgütsel konsolidasyondan geçirmek gibi bir çaba da yoktu. Şiddet zulme, haksızlığa, baskıya karşı kendiliğinden başkaldırılar şeklinde ortaya çıkıyordu. Bireysel terörizm halk tarafından lanetlenmiyordu. Halk ile otokrasi arasındaki uçurum ve yabancılaşma nedeniyle, eylemler halk da sadece bir hoşnutluk doğuruyordu. Çara ve adamlarına yapılan suikastlar eylemcilerin sınıfsal özellikleri düşünüldüğünde tam bir fedai eylemiydi. Eylemciler soylu ailelere mensuptular. Büyük çoğunluğu yurt dışında eğitim görmüştü. Eylemleri içinden çıktıkları sınıfa karşı da bir isyandı. Halkı ezen kişilere benzeyebilirlerdi. Bunu tercih etmemiş, her türlü konforu reddetmiş üstelik bunu hayatları pahasına yapmışlardı. Halk bunu görüyor, biliyor ve içinden tasvip ediyordu. Ancak yüzyılların uysallığını bir çırpıda üzerinden atacak değildi. Asıl dehşeti onlar yaşıyordu. Terör gerçek etkisini onlar üzerinde gösteriyordu. Eğer sözcüğün gerçek manasında terör bir tedhiş yani yıldırma ise; asıl yıldırılan, ürkütülen halktı. Otokrasi, kilisesi, soyluları ve gizli polisi Okhrana ile halka dehşet yayıyordu. Bireysel terörün halk üzerindeki bu ölü toprağını kaldırabilmesi mümkün değildi. Çünkü şiddet bir politik strateji olarak ele alınmıyor, kurgulanmıyordu. Yine hayatları pahasına eylemde bulunanların şiddeti asil ve ahlaki anlamda yüceydi. Onlar kahramanlık çağının insanlarıydı. Homeros’un destanlarındaki Aşil gibiydiler. Haksızlığa, zulme kayıtsız kalamamışlardı.
Bize böyle görünen terörbilimcilere, soğuk savaş artıklarına elbette böyle görünmeyecekti. Bizim kahraman saydıklarımız onlar için hasta kişiliklerdi. Ve bu hastalığın sebebi doğrudan doğruya Rus toprağıydı. Bu toprakta sanki lanetli şeyler vardı. Step sürekli hastalıklı, bunalımlı tipler ortaya çıkarıyordu. Bolşevik geleneğin ilhamını aldığı maziye kara çalmak için devrin anti-komünistleri, işte böyle uyduruk bahanelere sığınacaklardı. Bizde ise bu işi 12 Eylül sonrasının liberali Taha Akyol üstlenmişti. Bu zatı uzun uzadıya anlatmaya lüzum yok. Ciddi bir müktesebatı olmadan her konuda ahkâm kesmeye heves eder. Yine de muhafazakâr camia içinde solu ve marksizmi öğrenmeye en fazla ilgiyi o göstermiştir. Ancak referansları oldukça sınırlıdır ve kırk yıldır aynı şeyleri tekrarlar. Popper, Aron, Pipes, Ulam ve Camus vazgeçilmez başvuru kaynaklarıdır. Türk sağının kendine mürşit saydığı, tüm analizlerini ‘geçiş toplumu’ kategorisi üzerine yaslayan Erol Güngör ilham kaynağıdır. Bir de sol ile bir türlü yıldızı barışmadığından ve taltifi sağdan gördüğünden, ansiklopedist Cemil Meriç, Akyol’un öncüleridir.
İşi abarttığımı ve karikatürize ettiğimi düşünenlere Akyol’un ilk baskısı 1980 Mayıs’ın da Türkeş’in önsözü ile yapılmış ‘Politika’da Şiddet’ kitabını tavsiye edeceğim. Akyol bu kitabını hala savunuyor olmalı ki yeni baskılarına izin veriyor. Benim elimdeki 2005 Truva Yayınları baskısı. Terörbilim sevicilerinin yani böylesi uyduruk bir bilimin argümanlarına inanların bile bu kitaptan hiçbir şey öğrenmeyeceğine inanıyoruz. Popper ve Aron’a ait totalitarizm teorisinin üçüncü sınıf bir versiyonu ile karşı karşıyayız. Totalitarizm teorisini daha da incelten Arendt’e her hangi bir referans yok. Çünkü Kemal Ilıcak daha Akyol’u dil öğrenmesi için yurtdışına göndermemiş ve Arendt’te çevrilmiş değil. Kitapta şiddete karışan herkes hasta ruhlu. Aydınlar ise kavram sıtmasına yakalanmış. Dünyayı olduğu gibi değil, ancak kavramlar sayesinde anlayabiliyorlar ve sırtlarını yasladıkları kavramlar onları içinde yaşadıkları topluma yabancılaştırıyor. Akyol, kavram olmadan bilim ve felsefe yapılacağına inanıyor mu hala? Düşünmenin aracının kavram yaratmak olduğunu o gün belki bilmiyordu bugünde böyle mi düşünüyor? Ama kendisi soğuk savaş mahsulü kavramları bol bol kullanmaktan hicap duymuyor. Kant bir yerde ‘ kavramsız görüler boş, görüsüz kavramlar kördür’ demişti. Akyol kara çalmakta sınır tanımıyor ve Robespierre ile Lenin’i Hitler’le aynı kategoriye yerleştiriyor. Açıklamalarında ne tarihsel ne sosyolojik ne de felsefi bir argümantasyona rastlanıyor. Her şeyi keyfine göre çarpıtıyor. Lenin’i iyi bildiğimizden, ona ait olmayan cümleleri ona mal ediyor. Bu cümleleri epigraf veya alıntı olarak kullanırken kaynağını belirtmiyor Olmayan cümleler üzerine yorumlar yapıyor. Beşinci sınıf bile denmeyecek bir psikolojiyi tarihi şahsiyetleri anlamak için seferber ediyor. Ahlaktan bahsederken entelektüel sorumluluklara uymayarak ahlakı bir küfre çeviriyor. Anlamadan yargılıyor, işine geldiği gibi mahkûm ediyor. Akyol’un kitabı soğuk savaş terörbilimine iyi bir örnek. Bu kadar laf etmemizin sebebi ise dönemini temsil etmesinden kaynaklanıyor.