Terörizm kavramı ortaya çıkışını Fransız Devrimi’ne borçluydu. Terör devrimi savunmanın, ayakta tutmanın aracıydı. Nesnel koşullar devrimin, ancak terör sayesinde ayakta tutulacağını söylüyordu. Terörün felsefi, ideolojik ve ahlaki içerikleri çok zengindi. Kınından çıkmış şiddet elbette ahlaken sorgulanması gerekli sonuçlar doğurmuyor da değildi. Ama terör hiç kuşkusuz devrimi daha ileriye taşımak ve karşı-devrimi yıldırmak için sahne almıştı. Devrimin onu kullanan kahramanlarının öznel niyetleri ile bir ilgisi yoktu. Yandaşları da karşıtları da devrimin büyük kahramanı Robespierre’in karşısında saygıyla eğilirdi.
Arres doğumlu bu adam baştan aşağı bir ahlak timsaliydi. Jakoben diktatörlüğü döneminde ağzından çıkan her söz neredeyse yasa hükmündeydi. Ancak maddi konularda asla bir zaaf göstermedi. Ne savaş vurgunculuğuna tevessül etti ne de kilise mallarının yağmasından pay aldı. Arkadaşı Danton gibi dünya nimetlerine bir düşkünlüğü olmadı. Diktatoryal yetkilerini şahsi otoritesini perçinlemek için de kullanmadı. Düşmanları bile bu adamın kusursuz bir ahlaka sahip olduğunu çok iyi biliyordu. Robespierre’in tüm amacı devrimi küçük burjuvazinin dünya görüşü içinde mümkün en uç sınırlarına taşımaktı. Sınıfların karşı karşıya geldiği ve iktidarın sınıflar arasında sürekli el değiştirdiği ve bir yandan da devrimin ülkesinin uluslararası gericilik tarafından kuşatma altına alındığı bir dönemde bireyler kendi arzuları ile değil temsil ettikleri sınıfların nesnel çıkarlarına boyun eğerek davranıyordu. Ama devrim en uç noktasında tutunamayarak geri çekilmeye başladığında iktidarlarını bu kişilere borçlu olan burjuvalar devrimin yaşadığı her tür kötülüğü de bu kahramanların hanesine yazacaktı.
Fransız devrimi ve onun başkahramanı Robespierre’de bundan payını alacaktı. Üstelik bu pay sadece can vermekle sınırlı kalmayacaktı. Artık devrimin sakinleşmesi, kendi olağan sınırlarına gerilemesi gerektiğini düşünen çevreler Robespierre’i konvansiyonda yalnızlaştırmış ve onu donsuzlardan da soyutlayarak ipini çekmişlerdi. Arras’lı sadece canını vermekle kurtulamayacaktı karşı-devrimin elinden. Restorasyon tamamlanıp ortalık sakinleştiğinde devrimin tüm olumsuzlukları da onun üzerine yazılacaktı. Onca kanın, kellenin uçmasının nedeni onun bitmek bilmez ihtiraslarıydı. Devrimin ülkesindeki siyasi istikrarsızlığın, toplumsal huzursuzluğun kısaca tüm fitne ve fesadın tohumlarını o ekmişti. Yüceltilen, toz kondurulamayan ahlaki duruşu da bundan payını alacaktı. Ahlaki kusursuzluğunun, soğukkanlılığının ardında bir şeytan saklıydı. O kötülüğün cinlerini şişesinden çıkarmış ve Fransız ülkesini berbat etmişti. Tıpkı Goethe’nin Faust’u gibiydi. Mefistofeles ile karşılaşması içinde uyuklayan cinleri birden hortlatmış ve önüne çıkan her şeyi yıkmaya başlamıştı.
Her şeyi öğrendiğini, merakta sınır tanımadığını, ancak içindeki huzursuzluğu bir türlü yatıştıramadığını kendi kendine ifade ederken Faust Mefisto ile karşılaşır. Mefisto ondaki huzursuzluğun kaynağını anında fark eder. Nedeni eylemsizliktir. Her şeyi öğrenmiştir, ama eylemden yoksun bir biçimde. Mefisto’nun ayartması ile mabedinden ayrılan Faust karşısına çıkan her şeye zarar verir, yok eder. Devrim de restorasyondan geçtikten sonra utanılacak bir şeye dönüşecekti. Kazanımlar değil kayıplar, elde edilenler değil yitirilenler öne çıkarılacaktı. Burjuvazi amaçlarına ulaştıktan sonra kendi geçmişine lanet okuyabilirdi. Felsefi spekülasyon içerisinde kazanımlarını tüm bunlar yaşanılmadan da elde edebileceğine kendini inandırabilirdi. Kendi devrimci geçmişine bakmaktan şimdi korku duyuyordu. Üstelik ensesinde bir başka sınıfın korkusunu da hissediyordu.
Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ilkelerini burjuvazi kendi tikel çıkarlarını evrensel çıkarlar gibi sunmak amacıyla ortaya atmıştı. Devrime katılan binleri harekete geçiren burjuvazinin kutsal özel mülkiyet hakkı değildi sadece. Saray ve aristokrasi dışındaki tüm sınıfların sözcüsü ve temsilcisi olarak sahneye çıkmıştı burjuvazi. Onları salt kendi tikel çıkarları etrafında harekete geçirebilmesi mümkün değildi. Radikal burjuva düşünürlerin fikirleri burjuvazinin kısmi çıkarlarını aşacak özelliklere sahipti. Bunların en başında gelen Rousseau ele avuca sığmaz birisiydi. Mülkiyetin hırsızlık olduğunu Proudhon’dan çok önce söylemişti. Bir toprak parçasının etrafını çitlerle çeviren ilk kişi herkese ait olana el koymuştu. Doğal yaşamda kişisel mülkiyet söz konusu değildi ve toprak herkesindi. Robespierre’in hayran olduğu düşünür burjuvazinin kutsal mülkiyet hakkının altına bir dinamit yerleştiriyordu. Yine hâkimiyet doğrudan ulusa, halka aitti. Temsil sistemi ulusa ait bu hakkı onun elinden alamazdı. Toplumsal sözleşme hâkimiyetin devredilemeyeceğini en başa yazmıştı. Hâlbuki burjuvazi ulusa ait bu hakkı gıdım gıdım elinden alacaktı. Hâkimiyet parlamentolara devredilecek, ancak zenginler oy hakkına sahip olacak ve temsilcilerin içerisinde halktan kimse bulunmayacaktı.
Burjuvazi için varlık koşullarını sağlayan bu ilkelerden kurtulmak şarttı. Çünkü başka bir sınıf karşısına dikilebilir ve kendi ilkelerini ona hatırlatabilirdi. Restorasyondan sonra burjuva düşüncesine muhafazakarlığın hakim olmasının nedeni buydu. Çünkü muhafazakârlık kontrollü, gelenek içinde bir değişime rıza gösteriyordu. Bu düşünceler restorasyon burjuvazisinin yeni fikirleriyle uyum içindeydi. Devrim onları iktidara getirmiş, aşırı sonuçlar doğurmuş olsa da mülkiyet hakları en başa yazılmıştı. Şimdi devrim fikrinden tiksinti duyuyorlardı. Devrimden geriye kalan sadece kan ve gözyaşıydı. Devrim cani kişilikler doğurmuş, bunların ruhsal sapkınlıklarını serbest kılmış ve bu da ülkeyi bir kan banyosuyla yıkamıştı. Ayaklar baş olmuş, cahil sınıflar harekete geçmiş, kitleler tarih sahnesine adım atmış ve onları tatmin etmek için bedeller ödenmişti.
Devrimin tüm nimetlerine el koyan burjuvazi için külfetleri bölüşmek söz konusu olamazdı. Artık kahramanlık çağına ve edebiyatına da gerek yoktu. Hayat normalleşmeli, toplumsal hiyerarşi yeniden sağlanmalı, ayakların baş olmasına imkân tanınmamalı, kahramanlık çağına son verilmeli, devrimin hatırası bilinçlerden kazınmalı ve sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşam kaldığı yerden devam etmeliydi. Öncelikle devrimin salt şiddet, kör öfke, bir cinnet hali olarak betimlenmesi gerekiyordu. Devrim fikriyatı gözden düşürülmeliydi. Devrim kör öfke, kınından boşanmış şiddet, masum insanların suçsuz yere giyotine gönderilmesi, müstebitlerin keyfiliği, geleneğin ayaklar altına alınması, kutsal olan her şeyin çiğnenmesi, ailenin parçalanması, ebeveyne isyan kısaca kaos ve karmaşaydı. Ulusun yaşamaktan kaçınması gerekli bir felaketti. Devrim fikri olumsuzlarınken en başa yazılan şey onun zorunlu şiddetiydi. Şiddet sanki günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası, hâkim sınıfların alt sınıflar üzerinde her gün tatbik ettikleri ve iktidarlarını borçlu oldukları asıl iş değilmiş gibi şiddeti kendi çıkarlarına hizmet eden hukukun içine yedirdiler. Ezilenlerin şiddetle bağını koparmak için teröre lanetler okudular. Kendi şiddetlerini ise itinayla hukukun içine gizlediler. Kahramanlarına ise tıpkı Yunan tragedyalarında olduğu gibi beddualar okudular.