Yayılmacı savaşa eşlik eden devrimin bütün yükünü Paris donsuzları çekiyordu. Kilise topraklarına el konulması en fazla burjuvaların işine gelmişti. Yerel otorite ellerinde olduğundan kilise mallarını haraç mezat kapatmışlardı. Burjuvalar köylüye toprak dağıtımı işine pek girmemişlerdi. Soyluların mülksüzleştirilmesinden de en büyük vurgunu onlar vurmuştu. Ticaretten elde ettikleri birikimi toprağa bağlayarak ulusal toprakların yeni sahipleri olmuşlardı. Kendi kapalı dünyasında yaşayan köylülük devrime en fazla reaksiyon gösteren sınıf haline geldi. Burjuva devrimi köylüye toprak dağıtmadığı gibi kiliseyi mülksüzleştirmek için kurumsallaşmış dinin ötesinde doğrudan dinin kendisine de saldırdı. Bu iki husus köylülüğü burjuva devriminin karşısına geçirdi. Taşra karşı-devrimin üssü haline geliverdi. Yüzyıllarca kralı babaları bilmişler, soyluları ise velinimet saymışlardı. Burjuvazinin her şeyi paraya endeksleyen tavrı sınıfsal içgüdülerini harekete geçiriyordu, ancak bu dürtüler karşı-devrime hizmet ediyordu. Taşra elindeki tarımsal ürünü kentlere yollamayarak kentlerde açlık sorununu tetikliyor ve iaşe sorunu devrimin halletmesi gereken en temel mesele haline geliyordu.
Hollanda ve Belçika’nın fethi Jironden burjuvazinin hayallerini süslüyordu. Buralardan elde edilecek servet devrimin yarattığı kargaşanın panzehri olacaktı. Amaç devrim düşüncesini gerici Avrupa’ya yaymak değildi. Bu savaşlar yayılmacı, talancı savaşlardı. Asıl amaç İngilizlere karşı üstünlük elde etmek ve işler yolunda giderse Manşı aşarak doğrudan adayı ele geçirmekti. Jironden burjuvazinin omurgasını ticaret burjuvazisi teşkil ediyordu. Bunlar tüketim mallarının ticaretini ellerinde bulundurdukları taşradaki kilise topraklarının yağmasından aslan payını almışlardı. Devrimci burjuvazinin içindeki en tutucu kanadı bunlar temsil ediyordu. Devrimi çok uçlara taşımadan burjuva ilişkileri hâkim kılmak asıl gayeleriydi. Yayılmacı savaşta zaferler geldikçe güçlendiler, ancak yenilgiler bozguna dönüşmeye başladıkça devrimi yönetmekte sıkıntı yaşadılar. Savaşın ve devrimin yarattığı kargaşadan aslan payını bu kesim almıştı. Fetih savaşlarının ortaya çıkardığı ganimeti yağmaladıkları gibi tüketim malları üzerindeki ticarete de hâkim olduklarından istifçilik, karaborsacılık asıl olarak onların işiydi. Bu sayede servetlerine servet kattılar.
Jakobenler ise önce dağlılar olarak bilinen ve ulusal konvansiyonda sol tarafta oturan zümreydi. Sınıfsal olarak küçük burjuvazinin radikal kanadını temsil ediyorlardı. Ama içlerinde savaşın yarattığı iaşe sorunu nedeniyle ordunun iaşe ihtiyaçlarını karşılayarak zenginleşenlerde vardı. Eski rejimin teknokratlarının bir kısmı da bu zümreye dâhil olmuştu. Jakobenler adları ile anılan kulüplerde örgütlenmişlerdi. Her biri birer eylem adamıydı. Halkla çok içiçeydiler ve onların duyuş ve düşünüş halini iyi öğrenmişlerdi. Propaganda ve ajitasyon teknikleri konusunda yetenekliydiler. Devrim doğrudan demokrasinin önünü açtığından kitleleri etkilemek ve sürüklemek devrimciliği bir sanat haline getirmişti. Bu işte hiç kuşkusuz kimse Robespierre ile yarışamazdı. Bu soğuk adam kendini tümüyle devrime vermişti. Aşırı dürüsttü ve tam bir münzeviydi. Rüşvet ve spekülasyon ile işi yoktu. Ama netice itibarıyla bir seçkindi. Donsuzların kendi kendilerini yönetebileceklerine asla inanmıyordu. Onları kalabalık bir güruh olarak görüyordu. Ufku ise burjuva ilişkiler ile sınırlanmıştı. Özel mülkiyete dokunmuyor, dine açtığı savaşa ise taktiksel bir mesele olarak yaklaşıyordu. Dürüsttü, ama politikanın her tür entrikasına da hâkimdi.
Jakobenler jirondenleri tasfiye ettikten sonra konvansiyona hâkim oldular. Küçük burjuvazinin kararsız yapısı gereği yalpa yapmaya yatkındılar. Bir yandan donsuzlardan etkileniyorlar diğer yandan ise onların burjuva ilişkileri aşan gayretlerine kuşku ile yaklaşıyorlardı. Jironden burjuvazinin devrime ihanetinden de tedirgin oluyorlardı. Bu kararsız yapılarından dolayı terörü bir siyasal yöntem haline getirmek zorunda kaldılar. Donsuzların karnını doyurmak için Paris’in iaşe sorununu halletmek zorundaydılar. Bu kitle desteği olmaksızın Jakobenler iktidarı ellerinde tutamazlardı. Taşradaki gericiliği kontrol etmek ve zorunlu yiyeceklerin sevkini sağlamak için sert önlemler almak zorundaydılar. Köylüler devrimin zoru olmaksızın ürünlerini pazara çıkartmıyordu. Ticaret burjuvazisi böyle bir dönemi bir daha kolay yakalamayacağı için vurgundan ödün vermeye yanaşmıyordu. Bir de bu sınıfların siyasal temsilcileri sürekli komplo ve darbe tezgâhlıyordu. Devrimin böylesi bir kuşatma altında yumuşak olması düşünülemezdi.
Mösyö giyotin işte böyle bir dönemde kınından boşandı. Giyotin karşı-devrim karşısında devrimin kararlılığını temsil ediyordu. Stokçulukla, istifçilikle baş edebilmek için giyotinin dehşetine ihtiyaç vardı. Yayılmacı bir savaşın ortasında savaşlar kaybedildikçe orduya komuta eden generaller içeride darbe yaparak iktidarı ellerine almak istiyordu. Uluslararası koalisyon karşısında savaş kaybettikçe yönlerini Paris’e çeviriyor ve kenti işgal etmeyi planlıyorlardı. Devrimin merkezi Paris olduğu için düşman kuvvetlerinde hedefinde bu kent vardı. Devrim hem içeriden hem de dışarıdan kuşatılmıştı. Burjuvazi ise devrimin nereye kadar gideceği konusunda bir uzlaşmaya sahip değildi. Jakobenler devrimci burjuvazinin en ileri kanadını temsil ediyorlardı. Devrimi, savunmak ve korumak konusunda en büyük cesarete onlar sahipti. Bu işi ise devrimin terörü olmadan yapabilmeleri mümkün değildi. Giyotin devrimi ileriye taşımaya ve kazanılan mevzileri tahkim etmeye yarıyordu.
Siyasetin merkezi konvansiyon olmakla ve burada temsil ilkesi çalışmakla birlikte devrim daha bir yığın iktidar odağı yaratmıştı. Donsuzlar güçlerini sokaktan alıyordu. Şubelerde örgütlendiler ve buraları kapatıldığında halk derneklerine dönüştüler. Komünün askeri milisine de hâkimdiler. Paris’i koruyan ulusal muhafız alayında da çoğunluktaydılar. Ama siyasal düzeyde örgütlü değillerdi. En fazla konvansiyon üzerinde baskı kurabiliyorlardı. Bir burjuva devriminden geçildiğinden siyasal ilişkilere temsil fikri hâkimdi. Konvansiyon siyasetin kabesi sayılıyordu. Silahlı güçler bile temsil fikri karşısında geri adım atıyor ve parlamentoyu dokunulmaz kabul ediyorlardı. Ama devrim kendine yol açabilmek için parlamentoculuğun söz sanatları ile yetinemezdi. Doğrudan zoru örgütlemesi ve karşısına dikilen güçlerle zorun dili konuşması gerekliydi.
Donsuzların terörü aşağıdan terörü temsil ediyordu. Ekmek bulabilmek için, karınlarını doyurabilmeleri için fiyatların sabitlenmesi ve fahiş fiyat uygulayanların yıldırılması gerekiyordu. Bunun için seyyar mahkemeler kurdurarak giyotini de hareketli hale getirdiler. Karaborsacılığın cezası ölümdü. Kimse evinde değerli madenleri saklayamazdı. Gerçek bir devrime tanıklık etmeyenlerin şu anlattıklarımıza inanmalarını beklemiyoruz. Ama hangi devrim zorunlu olarak bu aşamalardan geçmemiştir? Yukarıdan terör ise burjuva hiziplerinin birbirlerine karşı kullandıkları bir yöntemdi. Üstelik Jakobenlere mal edilmesine karşın devrim sırasında herkesten tarafından uygulandı. Karşı-devrimciler devrimcilere yumuşak mı davranıyordu? Tam bir yargılamadan geçirdikten sonra mı hüküm kuruyorlardı? Onlar bu konuda daha gaddar ve eli kanlıydılar. Burjuvazinin tarihi kendi ideallerine ihanetin tarihidir aynı zamanda. Burjuvazi bir kez iktidarı eline geçirdikten sonra daha önce savunduğu hangi ilke hangi değer var ise ayakları altında çiğnemeye hazırdır. Terörü kendi hâkimiyetini kurmak için sonuna kadar çalıştırdıktan sonra artık onunla işi yoktu. Artık işlerini parlamento denilen entrika ve desisenin mabedinde görebilirdi. Terör ise artık düşmanlarının işiydi. Kendi işini terörle gördükten sonra artık ona kara çalabilirdi. Nitekim öyle yaptı.