Tekrar Ulus Baker İçin

Hacı Hüseyin Kılınç

'Ulus Baker İçin' başlıklı yazıyı bir arkadaş grubunda paylaştığımda genç bir arkadaşımız 'ölmesiydi iletişimcilerle aynı yolda devam eder miydi acaba' diye bir soru ortaya atmıştı. Bu soruyu yanıtlamamıştım. Halbuki aklımda bazı yanıtlar vardı, ama o ortamda yanıt vermekten kaçınmıştım. Bu yazıda hem o arkadaşıma cevap vermeye çalışacağım hem de aklımda birikenleri serimlemeye gayret edeceğim. İnsanın okuduğunu gerçekten fark  etmesi ve üzerinde düşünüp bir sorunsal haline getirmesi epey zaman alıyor. Okuduklarınız okuduğunuz anda sizi çarpmıyor. Öncelikle çarpılmaya hazır olmanız gerekiyor. Ulus Baker kendisinden haberdar olduğumuz yazdığı mecraları takip ettiğimiz için de hakkında geçmişten beri malumat sahibi olduğumuz biriydi. İlk yazılarına Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi'nde rastlamıştık. Ansiklopedinin 8.cildinde bir hayli yazısı çıkmıştı. Eski Yunan'a dair çerçeve yazıların neredeyse tamamını o kaleme almıştı. Sonra Birikim yeniden çıkmaya başladığında derginin düzenli yazarları arasına katılmıştı. Şimdi külliyatına derli toplu bir biçimde baktığımda ayrıksı, farklı biriyle karşı karşıya olduğumuzu görüyorum. Bu etki sadece bilgisinin genişliğinden kaynaklanmıyor. Ansiklopedi'de daha o vakit bu birikimi fark etmek mümkündü. Yunan'ın siyasal aygıtının özgüllüğünden mitolojik dünyasına, ailenin soykütüğünden Çin-İran-Türkiye karşılaştırmasına kadar uzanan bir alanla ilgileniyordu. Yakındoğu'nun çobanıl halkları ile Uzakdoğu'nun bahçıvan halkları arasında mukayeseler yapıp ilginç sonuçlara varıyordu. Kısaca Baker karşılaştırmalı bir kültür tarihçiliği yapıyordu. Üstelik bunu çok genç bir yaşta yapabiliyordu. Biz böylesi bir karşılaştırma gücüne Max Weber'de tanık olmuştuk. Onun özellikle din sosyolojisi alanında yaptığı mukayeseler hakikaten etkileyicidir. 

Sorunsaldan bahsetmiştik biraz onun üzerinde duralım. Sorunsal yani problematik Türkiye'ye Althussercilikle girmiştir diye düşünüyoruz. Sorunsal bir alanı problematize etmek anlamına geliyor. Bir meseleyi daha anlamadan, kavramadan evvel öncelikle onu sorunsallaştırmayı becerebilmek gerekiyor. Bunu yapmadığımız vakit kolay cevapların peşine düşmüş oluyoruz. Baker'de bu meseleyi önemsemiş olmalı ki Birikim'in Ekim 1997 tarihli 102.sayısında 'sorunsal terimi üzerine' başlıklı kısa bir yazı yazmış. Şöyle diyor ' sorunsal üretimi demek, işte bu 'doğruluk-yanlışlık kriterini, cevaplar alanından alıp sorular ve sorunlar alanına aktarmaktır. Sorunsal aktiftir, sorunlar ise 'hayıflandığımız hakikatler'.' Bizim erken yaşlarda cevapların peşine düştüğümüz sıralarda Baker sorunsalların peşine düşmüş. Biz Kıvılcımlı ve Lukacs okuyup onun çok önemsediği Bergson'un üzerini kalınca çizmişken o Bergson'un 'doğru sorular sorabilme' konusundaki uyarısını kulağına küpe yapmış. Baker'le ilk karşılaşmalarımızda aramızda böyle bir fark oluşmuş. Şunu söyleyen de o; ' kayıtsızlık bir zamanlar 'kuşkucu' filozofların aslında 'devrimci' tek yanıydı- kayıtsızlık, pekala bu 'sorunlar tümüyle palavra' , bu yüzden onlarla aslında ilgilenmek zorunda değilim demenin bir yolu da olabilir. Yani bu durumda pekala bir meydan okuyuş, bir söz, bir eylem,  bir sözeylemdir. Sahte sorun ve soruların binbir türlüsü tarafından bombardıman edildiğimiz bir çağda 'filozofça yaşam' denen şey hala mümkün olsaydı 'kayıtsızlık' bunun esaslı bir parçası olmalıydı. ' Eğer sorunsalın daha erken farkına varıp tercih edilmiş bir 'kayıtsızlığı' huy edinebilseydik 'boş' işlerle vakit tüketmemiş olurduk. 

İşte Baker okumanın faydası bunlar. Sizi boş işlerden alıkoyuyor, boş işlerle ömür törpülemekten uzak tutuyor. Baker var olanla uyumlu davranmaya hiç tenezzül etmemiş. 90'lı yılların Birikim'in de çöpe atılacak bir sürü yazı çıkmıştır. Derginin önemli isimleri siyasal islamcı aydınlarla yol arkadaşlığı yapmıştır. Medine Vesikasını modern bir toplumun karmaşık sorunlarını çözebilecek bir ilham kaynağı olarak görmüşler ve sayfalarını açmışlardır. Sivas katliamı gibi bir pogrom denemesi yapılmasına karşılık bu konudaki ısrarlarından vazgeçmemişlerdir. Şimdi Erdoğanizm olarak nitelendirdikleri rejimin kurucu partisi iktidara geldiğinde Türkiye 'otantik burjuva devrimini' yaptı diye kapak yapmışlardı. Baker bu konularda hiç yanılmadı. Kendini Birikim'in sivil toplumculuğundan ve sol liberalizminden uzak tutmayı başardı. Baker iktidarın Foucault'cu, Deleuze'cü bir okumasına sahipti. Batı'nın gelişmiş kapitalizminin disiplin toplumu olmaktan giderek bir denetim toplumu olmaya doğru ilerlediğini söylüyordu. Baker iktidarın  hukuksal okumalarına hep karşı çıktı. Hukukun disiplin toplumunun meşrulaştırıcı bir aygıtı olduğunu söyledi. Bu tavır entelektüel hayatımızda az rastlanır bir örnekti. Çünkü entelektüel varlığını hep hukukun arkasına saklayarak sağlama almaya çalışmıştı.  

Kendini sağlam bir Spinozist olarak niteleyen Baker'in özgün duruşunda filozofun çok büyük etkisi olmuştur. Çünkü Baker'de ustası saydığı filozof gibi hep bir birey olmaya çalıştı. 'Doğa ne kastlar ne dinler ne de mezhepler yaratmıştır sadece bireyler vardır' diyen Spinoza'ya kulak vermişti. Sosyolojiyi bireyin dışlanması üzerine kurgulayan Durkheime inat bireyin toplumdan daha karmaşık olduğunu iddia eden Tarde'ye bağlanmıştı. Türkiye'nin şanssızlığının Gökalp ve Mustafa Şekip Tunç gibi memleketin ilk sosyologlarının Tarde okumuş olmalarına rağmen Durkheime'a bağlanmaları olduğunu söylüyordu. Çünkü sosyoloji ulus, millet, din ve devlet gibi daha genel sorunlarla ilgilenmeyi birey üzerinde düşünmeye tercih etmişti. Aslında bu tercih bal gibi ideolojik bir tercihti. Sosyoloji bir disiplin olarak tüm bu kavramların olağanlaşmasını, meşrulaşmasını hedeflemişti. Disiplin toplumunun meselelerini çözüme kavuşturmak adına ortaya çıkmıştı. Tıbbın, hukukun, sosyolojinin katkıları olmaksızın disiplin toplumu kendini var edemezdi. Tüm bu alanların bilgisi disiplin toplumunun gözeneklerine sindi. 

'Öyleyse kör inancı doğuran, koruyan, ve besleyen neden korkudur... Her insan doğası itibariyle korkunun eline düşer. Kalabalık her zaman aynı sefalet içinde bulunduğundan bu tutarsızlık birçok felakete ve vahşet dolu savaşa neden olmuştur. Kalabalıkları yönetmede hiçbir yöntem kör inanca başvurma kadar etkili değildir. ' Bu sözler ne Kemalist bir aydına ne de bir 28 Şubat paşasına ait. Bu sözleri ' bir birlikte yaşama pedagojisi için notlar' başlıklı Temmuz 1993 tarihli yazısında Spinoza'dan alıntılıyan Baker. Din bu tarihlerde laikler ve islamcılar arasındaki kavganın merkezinde yer alıyordu. Biri dini felsefi olarak karşısına almadan kontrolü altında tutmak istiyor diğeri ise inancı kamusal alana taşımak ve bu alanda denetim kurmak istiyordu. Baker külliyatında bu tür ifadeler çoktur ve uyarıyordu ' kör inancın dinamiklerini ve nedenlerini tanıma yolunda daha çok atmamız gerektiği ortaya çıkıyor.' Baker'in daha o dönemlerde aynı yolda devam etmediği yeterince açık. Ancak bu yönünü iş edinip daha belirtik hale getirmek de bir görev olarak önümüzde duruyor.