Bu yazıda tarihsel faşizm dediğimiz klasik faşizm ile neo, proto ekleri getirilerek tanımlanmaya çalışılan şimdinin faşizmi arasındaki farkın üzerinde durmaya çalışacağız. Tarihi faşizm iki savaş arasındaki dünyanın en önemli fenomeniydi. İrili ufaklı pekçok ülkede etkili olmuş ise de asıl karekterini Alman ve İtalyan deneyimleri üzerinden edindi. Bu tarihsel döneme iki olgu damgasını vurdu. İlki birinci paylaşım savaşının yarattığı sonuçlardı; savaş dizginsiz bir şiddeti açığa çıkartmıştı. Kısa süreceği düşünülen savaş uzadıkça uzamış ve toplumları tüketme noktasına getirmişti. Savaşın içine çekilen ve cephelerde ölümüne karşı karşıya gelen askerler şiddetin her veçhesini yaşadılar. Savaş sonrası dünya ile öncesi arasında bu anlamda niteliksel bir farklılık vardır. İnsanlığın imha kapasitesi, birbirini yok etme dürtüsü dizginsizce açığa çıktı. Savaş sonrasında yenilen ülkelerle yapılan antlaşmalar Avrupa’da kalıcı barışı sağlayamamıştı. Şiddet, yüksek enflasyon, işsizlik ve gururu kırılan milletler gerçeği Avrupa’yı topyekun büyük bir krizin içine sürükledi.
Savaş şiddeti yücelten, liberal değerlere düşman bir nesli ortaya çıkardı. Daha sonradan faşizmin sokak gücünü oluşturacak unsurlar böyle bir iklimden beslendiler. Kurulu düzenin liberal değerlerine ve onun tam zıddı olan komünizme karşı hınçla yüklüydüler. İki savaş arasındaki dünyaya şiddeti yücelten, geçmiş mitoslardan ilham alan, Yahudilerin ve Komünistlerin ulusun saflığını lekelediğini düşünen, karizmatik bir siyasi figür etrafında toplanmaya meyyal faşist unsurlar ile insanlık açısından devrimci bir dönemin açıldığını düşünüp, komünizmin artık güncelliğine inanmış komünistler arasındaki soluksuz mücadele damgasını vurdu.
Avrupa’da çok kısa süren ve Alman devriminin yenilgisiyle geri çekilmeye başlayan işçi sınıfı hareketleri devrim yapamamışlardı, ama tam anlamıyla yenilmemişlerdi de. Komünist Partiler siyaset sahnesinin en etkili güçleriyken önemli ölçüde onların kontrollerinde olan sendikalarda toplumsal yaşamdaki etkinliklerini sürdürüyordu. Dolayısıyla hakim sınıflar ile ezilenlerin mücadelesi arasında bir pata durumu, yenişememe hali ortaya çıkmıştı. 20’lerin büyük bölümü böylesi bir politik atmosfer içinde geçti, ancak durumun kendisi hakim sınıflar açısından sürdürülebilir değildi.
Faşist hareketler Avrupa’da hakim sınıfların yaşadığı bu sıkışmışlığa yanıt vermek üzere ortaya çıktılar. Eskisi gibi yönetemeyen, komünistlerin ve sendikaların politik gücünü kıramayan hakim sınıfların krizine tarihsel faşizm bir cevaptı. Paramiliter güçleri ile sokak üstünlüğü kurabiliyor, ulusun saflığı arayışı ile her türlü sınıfsal hoşnutsuzluğu bastırabiliyor ve yayılmacı özlemleri ile de sermayenin pazar sorununa yanıt veriyordu. Hakim sınıflar küçük burjuva radikalizminin bu ırkçı varyantı ile aradıkları can simidine kavuşmuşlardı.
Şimdinin faşizminin tarihsel olandan en büyük farkı işte bu paramiliter yönün eksikliğidir. Şimdinin faşizmleri karşılarında başka sokak gücü bulunmadığı için sokakları devletin kolluk güçlerine bırakmış vaziyetteler. Bu sokakta hiç olmadıkları anlamına gelmiyor. Ama bu güç güvenlik bürokrasisini ikame edecek ölçeklere ulaşmıyor. Yoksa faşist çeteler kolluğa yardımcı olmak babında sokaklara tutup, linç pratiklerinden uzak değiller.
İçinden geçtiğimiz kriz tüm öncekilerden farklı olarak bir uygarlık krizi olarak yaşanıyor. Çevre felaketleri, iklim dengesizlikleri, gıda krizleri yaşadığımız krize aynı zamanda ekolojik bir yön katıyor. Küreselleşmenin yaldızları hızla dökülürken, neo-liberalizmin krizi top yekün liberal değerlerin krizine dönüşüyor. Kriz liberal ve klasik anlamda sosyal demokrat seçenekleri hızla devre dışı bırakıyor. Yeni faşist hareketler dünyanın her yerinde sistemin merkezine doğru yürüyor ve kendilerini bir seçenek olarak sunuyorlar. Trump’ın geçici bir fenomen olduğu düşünülürken böyle olmadığı çok kısa sürede anlaşıldı.
Sol seçeneklerin piyasa karşısında alternatif üretmekten yoksunluğu, söyleminin demokrasi ve insan hakları ile sınırlanmışlığı, kadrolarının büyük ölçüde orta sınıf bir hayat tarzına hapsolmuşluğu uygarlık krizi karşısında solu ciddi bir seçenek olmaktan uzaklaştırıyor. Kriz karşısında alım güçleri hızla zayıflayan, göçmenlerden oluşan yedek işçi orduları karşısında onları başlıca düşman olarak gören geleneksel işçi sınıfları krizin sorumluluları olarak elitleri, göçmenleri ve yabancıları görüyor. İnlerine çekilmiş olan şimdinin faşist hareketleri bu ön yargıları ustaca değerlendiriyor. Trumplar, Le Penler, Orbanlar, Salviniler, Altın Şafaklar, Modiler, Bolsanerolar aynı semptomun farklı göstergeleri olarak zuhur ediyor.
Şimdinin faşizminin bir sokak gücü olmaktan uzak durması, paramiliter örgütlerden kaçınması aslında krize komünist ufuktan yanıt üretecek solun çelimsizliğiyle de doğrudan ilgili. Çünkü sol sosyal meseleyi başatlaştırmaktan, emekçi halkın soluduğu havadan uzaklaşalı o kadar çok oldu ki adeta derin bir kış uykusunda.