Artık bir Ortadoğu klasiği haline gelmiş olan Toyota pikapları ile selefi-cihatçılar M5 karayolundan güneye doğru inmeye başlamışlardı. Başlangıçtaki niyetleri Esat güçlerinin İdlip’e yönelik saldırılarını durdurmak ve bunu başarabildikten sonra Halep’i kuşatmaktı. Halep’i kuşatmanın stratejik bir anlamı vardı. Halep’i kontrol eden güç Suriye iç savaşında stratejik üstünlüğü eline geçiriyordu. Halep’i çok kısa bir süre içinde ellerine geçirdikten sonra yönlerini güneye yani aşağıya doğru çevirdiler. Tıpkı İŞİD’in Musul’u ele geçirmesinde olduğu gibi Toyota pikaplar selefi-cihatçıları ellerindeki ağır makinalı silahlar ile M5 karayolunda güneye doğru indiriyordu. Onları püskürtecek, ilerleyişlerini engelleyecek güçler ortalıkta yoktu. Geçmişte Rus uçakları bunu başarmış ve Halep’ten daha ileriye doğru ilerlemelerini engellemişti. Lübnan Hizbullah’ının ise eli kolu İsrail ile yaptığı anlaşmayla bağlanmıştı. Muhtemeldir ki bu anlaşmaya göre Hizbullah’ın Suriye ile olan bağları kopartılmıştı. Hizbullah büyük kayıplar vermişti ve iki ayrı savaşı yürütebilecek bir kapasiteden yoksun kalmıştı. Eğer ağırlık merkezini selefi-cihatçıların durdurulması için Suriye’ye vermiş olsa idi Lübnan sahasını boşaltmış olacak ve kuzeyden ilerleyişini durdurmayı başardığı İsrail karşısında kendi topraklarını savunmada zaafa düşecekti.
Cihatçı-selefiler saldırı için en uygun anı tercih etmişlerdi. Bunu tüm bölgedeki gelişmelerden haberdar olacak bir istihbarat ağına sahip olmadan yapabilmelerinin imkânı yoktu. Toyota pikaplarının kılavuzluğunu dronlar yapıyordu. İHA ve SİHALAR ile de göreli bir hava üstünlüğüne sahip olmuşlardı. Büyük güçlerin himayesi ve desteği olmaksızın böylesi bir askeri kapasite edinebilmeleri mümkün değildi. Hizbullah’ın İsrail ile yaptığı anlaşmanın yürürlüğe gireceği tarihin ertesi günü saldırı startının verilmesi manidardır. Bu gelişme tüm olan bitenin ardında başka bir stratejik aklın devrede olduğuna işaret ediyor. Hizbullah güçleri anlaşma nedeniyle Suriye’yi terk etmek zorunda kalmış, İran yediği darbelerle devrim muhafızlarını önemli ölçüde geri çekmiş ve Irak’taki Haşdi Şaabi milislerinin Suriye’ye girişi Irak-Suriye sınırını havadan kontrol eden ABD tarafından engelleniyordu. Suriye rejimini ayakta tutan bütün dış güçler ortadan kaybolmuştu. Hava sahasını kullanamayan, karada ise bir direniş örgütleyemeyen rejim güçlerinin ayakta durabilmesi mümkün değildi.
Şam her hangi bir direniş göstermeden düştü. Çünkü on üç yıldır süren iç savaş Suriye’de taş üstünde taş bırakmamıştı. Toplam nüfusu 21 milyon olan ülkenin yarı nüfusu yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalmıştı. Bunların ise büyük bölümü ülke dışına çıkmıştı. İktisadi faaliyet tümüyle durmuş ve asgari devlet hizmetlerinin yerine getirilebilmesi dahi mümkün değildi. Rejim ancak Şam ve çevresinde tutunabiliyor ve olağan hayat sadece bu bölge ile sınırlı olmak kaydıyla devam edebiliyordu. Yaklaşık bir milyona yakın insan hayatını kaybetmişti. Ülke topraklarının büyük bölümü devlet-dışı aktörlerin kontrolüne geçmişti. Ülke içinde güvenli bir biçimde seyahat edebilme koşulları ortadan kalkmıştı. Rejim devlet olma kapasitesini büyük ölçüde yitirmişti. Suriye’nin bir daha toprak bütünlüğüne sahip olarak yoluna devam edebileceğine inananların sayısı çok azdı. Ya federal bir düzen ya da daha gevşek olan konfederal bir gelecek öngörülüyordu Suriye için.
Rejim umulandan bile dayanaklı çıkmıştı. Çünkü Suriye Baasçılığın ana üslerinden biriydi.
Baasçılık Arap milliyetçiliğinin bir biçimiydi. İlhamını 50’li yılların bağlantısızlar hareketinden alıyordu. Soğuk savaşın iki kutba böldüğü dünyada ulusal kurtuluş savaşı vermek suretiyle bağımsızlığını elde eden ülkeler yola bağımsız- bağlantısız olarak devam etmek istiyorlardı. Bağımsızlıklarını batı emperyalizmine karşı mücadele vererek elde ettikleri için batı sisteminden elden geldiğince uzak duruyorlardı. Siyasi bağımsızlıkları konusunda kıskançtılar. Sovyetler üçüncü dünyadaki bu hareketleri seçici bir biçimde desteklemişlerdi, ancak bu ülkeler Sovyetlerinde bir peyki haline gelmek istemiyordu. Baasçılık ilk önce Mısır’da Nasırcılık olarak ortaya çıktı. Önce Fransız ve sonrasında İngiliz sömürgesi olan bu ülke ikinci savaştan sonra bağımsızlığını elde etti. Nasırcılık ülke kaynaklarına yabancıların el koymasına itiraz biçiminde ortaya çıktı. Emperyalizmle işbirliği halindeki sınıfların mal ve mülkleri devletleştirildi. Devlet ülke kalkınması için büyük kamu yatırımları başlattı. Nasır’ın emperyalizmle asıl karşılaşması Süveyş kanalının kamulaştırılması nedeniyle ortaya çıktı. İngiltere, Fransa ve İsrail’in Mısır’a Karşı başlattığı savaşı üçüncü dünyadaki bağımsızlıkçı hareketlerin güvenini kazanmak isteyen ABD durdurdu. Sömürgecilik geçmişi kendi arka bahçesi ile sınırlı olan ABD ikinci savaş sonrasındaki de-kolonizasyon sürecine hayırhah yaklaşıyordu.
Baasçılık milliyetçi, kalkınmacı, cumhuriyetçi, ama asıl önemlisi laik bir modernleşme projesiydi. İktidara geldiği yerlerde ordu içindeki genç subayların desteğini almıştı. Bu subaylar ülkelerinin hızla kalkınmasını, geri kalmışlıktan kurtulmasını, emperyalizme olan bağımlılığa son verilmesini ve yaşam tarzı olarak da laikliği benimsemişlerdi. Parlamenter demokrasiye kuşku ile bakıyorlardı. Çünkü halkın emperyalizme bağımlı sınıflar tarafından cahil bıraktırıldığını düşünüyorlardı. Cehaletin koyu karanlığı içinde ortaçağ gericiliğine destek olan halk doğru tercihler yapamıyordu. Eğitim imkânlarından yoksun bırakıldıkları için gerçek çıkarlarının ne olduğunun bilincinde değillerdi. Bu anlamda Baascılık bütün versiyonları itibarıyla bir elit ideolojisiydi. Halka karşı güvensizdi ve onu harekete geçirmek gibi bir niyetten yoksundu. Ama emperyalizme karşıydılar, ülke kaynaklarının ülke içinde kalmasından yanaydılar ve hızlı kalkınma için otoriter bir rejimin olması gerektiğine inanıyorlardı. Baascılık Sovyetlere dosttu. Ayakta kalmak için bu gücün desteğine muhtaçtılar. Sosyalist değillerdi ve özel mülkiyeti ortadan kaldırmak gibi bir ufukları yoktu.
Sovyetlerin yıkılışı, ulusal kalkınmacılığın iflası, soğuk savaşın sona ermesi ile birlikte bağlantısızlar hareketinin de sönümlenmesi Baascılığı derin bir krize sürükleyecekti. Baascılık emperyalizm uydusu körfez emirlikleri ile çelişki içindeydi. Emirlikler Baascılığın en büyük düşmanıydı. İngilizler Müslüman Kardeşler örgütünü yani İhvan-ı Müslimi’yi Arap milliyetçiliğinin önünde bir bariyer olması için kurdurmuşlardı. Soğuk savaş döneminde İhvan emirliklerden destek almıştı. Siyasal İslamcılık Ortadoğu’da asıl olarak laik, milliyetçi ve sol görüşlerin düşmanıydı. Kendini halkın otantik temsilcisi olarak görüyordu. Laik yapılar meşrebi ne olursa olsun batının bir iz düşümüydü. Ama asıl olarak kendileri batıdan himaye ve destek görüyorlardı. Batı karşısında takiyyeci bir tutum içerisindeydiler. Milliyetçi, solcu, laik yapılar tasfiye edildikten sonra batı ile hesaplaşmanın başlayacağı fikrini yayıyorlardı. Ama destekleri, ideolojileri, organizasyonları tümüyle batı servislerinin gözetiminde gerçekleşmişti.
Suriye Baascılığı ayakta kalan son güçtü. Baascılık ilk önce doğduğu yerde yani Mısır’da tasfiye edilmişti. Nasır’ın ölümünden sonra Mısır yeniden ABD-İsrail kampına yanaşmıştı. Irak’ın işgali ve Saddam rejiminin ortadan kaldırılışı ile Baascılık tek ayak üzerinde kalmıştı. Baascılık vaatlerini de yerine getiremedi. Bir elit ideolojisi olmanın dışına çıkamadı. Hızlı kalkınma için en uygun yöntem olarak benimsediği otoriterliği giderek bir şark despotizmine çevirdi. Yandaşlarıyla sınırlı ve onları ihya etmenin dışında geniş halk sınıfları ile bütünleşemedi. İktidar parti içinde çok sınırlı bir çevrenin dışına çıkamadı. Bunlar ise ya rejimi kontrol eden ailelerden ibaretti ya da istihbarat servislerinin güven duyduğu çevrelerle sınırlı kaldı. Cehaleti nedeniyle küçümsenen halkın cehaletinin ortadan kaldırılması ve gerçek bir aydınlanmanın başlatılması için çok az şey yapıldı. Halk sınıfları Baascılıktan uzaklaşarak yeniden gerici güçlerin sosyal organizasyonlarının içine attı kendini. Suriye Baascılığı da bu akıbetten kendini kurtaramadı.