Otonomist İtalyan düşünür Antonio Negri Spinoza’dan bahsederken ‘çağının bir anomalisi’ olduğunu söylemişti. Bu iddiayı daha ileri götürerek diyebiliriz ki sadece çağının değil felsefe tarihinin bir anomalisiydi Spinoza. Ne yaşadığı çağda ne de sonraki çağlarda bir benzerine rastlanmayacaktı. Kendi deyimiyle kutlu yani yüce ve esenlik içinde geçecek bir hayatı araştırırken benzersiz bir felsefi tavır geliştirecekti. Hayatı ne Platonik gelenekte olduğu gibi idealar dünyasının kötü bir kopyası sayarak küçümseyecek ne de Descartes da olduğu gibi kutluluğu Tanrıya yakıştırarak insanoğluna sınırlı bir varoluşu layık görecekti. Eğer insanoğlu üçüncü bilgi türü dediği saf anlıksal sezgiye ulaşmayı başarabilirse kutlu bir yaşama da kavuşacaktı. Bu yaşam tutkuların denetim altına alındığı, upuygun kavramların hayattaki karşılıklarının araştırıldığı, Stoacı anlamda sakin ve dingin bir hayat olacaktı. Bunun için yapılması gerekli ilk şey Doğa’nın tarafsız bir bilgisine sahip olmaktı. Bu bilgiye sahip olduğumuz vakit öncesiz-sonrasız ve sınırsız bir Tanrı’nın bilgisine de sahip olacaktık. Zaten hem Tanrı hem de Doğa tek bir tözden meydana gelmişti.
Tanrı konusunda net bir bilgiye sahip olduğumuz takdirde gerisi gelecekti. Çünkü uzam ve düşünce Tanrı’nın özniteliklerinden başka bir şey değildi. Tanrının öznitelikleri ise insan zihnine içkindi. Bunun öğrenilmesi için dışarıdan bir bilgiye ihtiyaç yoktu. Anlama yetimizi geliştirdğimiz demek onun kusursuzlaşmasını engelleyen algılama biçimlerinden kurtulduğumuz takdirde zihnimize içkin olan Tanrısal töze de ulaşacaktır. Töz zorunlu olarak kendisinden doğan şeydir. Oluşması için başka bir şeye gereksinimi yoktur. Üçüncü bilgi türünde yani saf anlıksal sezgi de Tanrı’nın belirli özniteliklerinin upuygun idealarından, şeylerin upuygun bilgisine doğru ilerleriz ve şeyleri bu yolla ne kadar çok anlarsak, Tanrı’yı da o kadar çok anlamış oluruz. Şeyleri üçüncü bilgi aracılığıyla ve öncesiz-sonrasız yanlarıyla ve Tanrı’yla ilişkili olarak anladığımız zaman, tüm şeylerin belirlenimsel zorunluluğunu görmüş, fark etmiş oluruz. Bu sayede tüm bedenlerin ve durumlarının maddenin özüne ve evrensel fizik yasalarına uygunluğunu; zihnin ve onunla birlikte tüm ideaların da düşüncenin özüne ve evrensel yasalarına upuygun olduğunu anlarız. Çünkü doğa ve zihin Tanrısal tözün özniteliklerinden başka bir şey değildir. Diğer her şey de bu özniteliklerin birer Kip’idir.
Saf anlıksal sezgiye ulaşmak için ve Tanrısal tözü öznitelikleri ve upuygun karşılıkları içinde kavrayabilmek için algının bizi yanılgıya sürükleyen çeşitlerinden kurtulmak gereklidir. Spinoza ‘Anlama Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine İnceleme’yi bu niyetle kaleme almıştır. Ancak başka çalışmalarına yoğunlaştığı için bu çalışma yarım, eksik kalmıştı. Kısa İnceleme’nin mi yoksa bu çalışmanın mı Spinoza’nın ilk çalışması olduğu konusunda hala karara bağlanamamış bir tartışma vardır. İlk algı tarzı Spinoza’ya göre ‘kulaktan dolma bilgilerle’ doludur. Bu bilgi türü belirsizliklerle dolu olup yanıltıcıdır. Bu bilgi türü bizi şeylerin özüne götürmez. Bir şeyin özü bilinmeden bireysel varoluşu da bilinemeyeceğinden bu bilgi türü ile bilim de yapılamaz. İkinci algı tarzı ‘rastlantısaldır’. Kesinsizlik ve belirsizlik içerdiği için şeyler arasındaki ilinekler yani bağlantılar dışında hiçbir şey algılayamayız. Asıl bilgi şeylerin özleri bilinmeksizin elde edilemeyeceği için rastlantısal algı bizi bilgiye ulaştırmaz. Üçüncü algı türünde ise şeyin bilgisine sahip olmamıza rağmen yeterli düzeyde çıkarım yapamayız. Bu algı türü daha çok her hangi bir etkiden hareketle bir sonuca vardığımızda karşımıza çıkar. Etki ile nedeni birbirine karıştırmak bu algı türünde ortaya çıkar. Sadece dördüncü tarz algı şeyin upuygun özünü kavrar ve hata riski taşımaz. Ancak bu algı tarzını kullanmayı öğrendiğimiz taktirde doğru bilgiye ulaşabiliriz.
Spinoza bu bilgi türünü kullanırken Kartezyen bir hataya düşmemek konusunda uyarıda bulunur. Bu bilgi türünde sürekli geriye doğru giderek, yani ilk nedeni bulmaya çalışarak bir sonuca ulaşılmaz. Bu Descartes’ın yöntemiydi. Kesin, güvenilir, emin olduğu bilgiye ulaşmak için Descartes meditasyonlarında geriye doğru yani her şeyin en başına kadar gitmiş ve ‘cogito ergo sum’a varmıştı. En kesin, en güvenilir bilgi Kartezyen akla göre düşünmenin kendiydi. Çünkü her şeyi, ancak ondan çıkarabilirdik. Varlığımızın, varoluşumuzun ispatı, delili düşünüyor olmamızdı. Spinoza dışarıdan yöntem arayışlarına karşı çıkar. Doğru bir fikrin ispatı ona dışarıdan dayatılmış bir yöntem olamaz. Doğru bir fikir nesnesinden bağımsızdır. Bilmek için bildiğimi biliyor olmama gerek yoktur. Böyle yaptığımız taktirde sonsuzca geriye gideriz. Bu şekilde işin içinden çıkamayız. Bildiğimi biliyor olmam için, önce bilmem gerekir. Bildiğim şeyden emin olmam gereklidir.
Bir şeyin bilgisine, ancak onun upuygun fikrine yahut nesnel özüne sahip olduğum takdirde ulaşabilirim. Nesnel öz ise fikrin şey ile upuygun olması durumunda ortaya çıkar. Yöntem bir metodoloji, bir akıl yürütme değildir. Doğru fikri yanlış algı türlerinden arındırdığımız vakit ulaşacağımız sonuçtur. Yanlış algı türlerinden zihnimizi arındırdıkça, bu konuda yetkinleştikçe doğru fikre ulaşabiliriz. Bu ise nesneye dışarıdan dayatılan bir yöntem ile değil, ancak onun nesnel özünün açığa çıkartılması ile mümkün olur. İçkin eleştiri denilen şey de bundan başka bir şey değildir. Spinoza bunu ilk önce Teolojik-Politik İnceleme adlı yapıtında tatbik etti. Bir Kutsal Kitap eleştirisi olan bu çalışma Spinoza’nın hayatta iken yayınlanmış tek kitabıydı. Ancak hayatına kastedilme endişesi ile kitap isimsiz olarak yayınlanmıştı. Düşüncelerinin radikalliğinin farkında olan düşünür ihtiyatı bir alışkanlık haline getirmişti. Mührünü taşıyan yüzüğünün içine Latince ‘sakın’ sözcüğünü kazıtmıştı.
Teolojik-Politik İnceleme eleştirel kutsal kitap incelemelerini başlatan eser olarak bilinir. Anlama Yetisinde geliştirilen ontolojik-epistemoloji ilk burada uygulanır. Kutsal kitap ne hahamların yaptığı gibi bir hurafeler yığınından ibarettir ne de Maimonides gibi rasyonalistlerin yaptığında olduğu gibi kesilip biçilerek rasyonalize edilecek her hangi bir şeydir. Spinoza her iki anlayışa da ödün vermeyerek kutsal kitabın tarihsel, filolojik bir incelemesine girişir. Muradı kutsal kitaptaki nesnel özü açığa çıkartmaktır. Ne hurafeler yığını diyerek küçümser ne de kitabın içkin mantığının taşımadığı bir şeyi ona atfeder. Vahyin, peygamberliğin, mucizelerin nesnel özünü konuşturur. Tanrısal iyiliğin sevgi ve yardımlaşmadan başka bir şey olmadığını söyler. Dinin nesnel özünün de bundan ibaret olduğunu belirtir.
Spinoza Anlama Yetisi’ni insanın yetkinleşmesi için kaleme almıştı. Kitabın başındaki anlatımlar yoğun otobiyografik ögeler taşır. Yetkinleşmek için insanın kendi doğasının doğru bilgisine sahip olması gereklidir. Buna ulaşmak için aldatıcı hayat tarzlarından uzak durulmalıdır. İnsan doğanın bir parçası olduğundan kendi doğasının anlayabilmesi için fiziksel Doğa’yı tanıması ve onun evrensel yasalarını bilmelidir. Buradan kalkarak şeyler arasındaki uyuşma ve zıtlıklar ile farklılıkları doğru biçimde değerlendirmelidir. Şeylerin etkiye açık olup olmadıklarını iyi öğrenmelidir. Tüm bunlardan sonra ise ulaştığı sonuçları insanın doğası ve gücüyle karşılaştırmalıdır.
Bunları söyleyen adam çağının hiçbir düşünürüne benzemiyordu. İngiliz görgücülüğünde olduğu gibi bilginin kaynağına salt duyumları yerleştirmiyordu. Bunlara rastlantısal ve deneyimsel algı türleri diyerek yetersiz buluyordu. Kartezyenler gibi iki ayrı töze de inanmıyor, doğayı ve tanrıyı da içine alan tek bir tözün varlığına inanıyordu. Tek bir töz olduğu için de Tanrı doğanın dışında, ona dışarıdan müdahale edebilen bir tasarımcı veya yaratıcı da değildi. Doğaya içkin ve doğa ile bir bütündü. Doğanın evrensel yasaları aynı zamanda Tanrıyı da bağlıyordu. Tanrının sırrı bu yasalarda saklıydı. İnsan da bu yasalar tarafından belirlenmişti. Bunun dışında bir belirlenimi yoktu. Tek ayrıcalığı düşünce denilen tanrısal özniteliğe sahip bir varlık olmasıydı. Bu yetisi sayesinde tüm bunları bilebiliyordu.