Gazze’deki soykırım dünyanın gözleri önünde devam ediyor. Hiçbir güç Siyonist saldırganlığı durduramıyor. Ateşkes görüşmeleri, esir takası, barış umutları her defasında akamete uğruyor. Vahşetin son bulması için İsrail’in hedeflerine ulaşması, Gazze’nin insansızlaştırılması, halkın topraklarını terk etmesi bekleniyor. Soykırım korkunç bir tabloyu önümüze seriyor. Bu tablonun değişmesi için atılan adımlar zayıf kalıyor. BM mekanizmalarının sonuç alması zor görünüyor. Rusya ve Çin haricindeki güçlerin soykırımın önüne geçmek gibi bir niyeti bulunmuyor. İngiltere, Fransa ve ABD Güvenlik Konseyi’nden İsrail’i durduracak bir kararın çıkmasını engelliyor. Üç ülkenin liderlikleri BM mekanizmalarını çalıştırmayarak İsrail’in zaman kazanmasına, soykırımı devam ettirmesine ve hedeflerine ulaşmasına hizmet ediyor.
Saldırının vahşeti, soykırımın düzeyi giderek yükseliyor. Ölü sayısı 40 bini, yaralı sayısı 90 bini, yıkılan bina sayısı 150 bini aşmış bulunuyor. Gazze şeridinde ayakta kalmış bir tek binaya rastlanmıyor. Her yer moloz yığını haline gelmiş. Molozların çıkardığı toz nefes almayı zorlaştırıyor. Gazze halkı Refah sınır kapısının önüne yığılmış, kötü koşullarda ayakta kalmaya çalışıyor. Şehirlerde kalanlar vatanlarını terk etmemek için direnmeye devam ediyor. İsrail’in asıl gayesinin şeridi insandan arındırmak olduğunu bildiklerinden bombalar altında hayatta kalma savaşı veriyorlar. Direniş toprakları terk etmemekle eşdeğer sayılıyor.
Karadan ve denizden Gazze’ye ulaşmak mümkün değil. Kıyı şeridi abluka altında. Yardımlar çok sıkı kontrollerden sonra ulaşabiliyor. Açlık, hastalık ve yokluk ölümleri arttırıyor. Gazze tam anlamıyla bir toplama kampına dönüşmüş. Burada insanlar adeta ölüme terk edilmiş. Dünyanın gözleri önünde bir buçuk milyon insan katlediliyor ve insanlık gözlerini kapatarak vahşete seyirci kalıyor.
İsrail Gazze halkını yok ederek bir etnik arındırma gerçekleştirmek istiyor. Yaşlısından çocuğuna, kadınından erkeğine, gerillasından siviline bir halkı topyekûn yok edilme ile karşı karşıya. İsrail eğer Hamas’a karşı meşru müdafaa hakkını kullanmış olsaydı cevabını örgütün askeri gücünü yok etmekle sınırlardı. Hâlbuki İsrail’in amacının bununla sınırlı olmadığı açık. İsrail bir savaşın içerisinde de değil. Savaş düzenli orduya, konvansiyonel güçlere karşı yapılır. İsrail’in yaptığı BM hukukuna harfiyen uyan bir soykırım, etnik arındırma.
Endüstriyel soykırımı yaşamış bir halk şimdi bir başka halkı dünyanın gözleri önünde yok ediyor. Eskinin ‘paryası’ şimdi Filistin halkına paryalığı dahi çok görüyor. En iyi Filistinli ölü olanı. Çünkü Filistin halkı yok edilmeden Siyonizm’in hedefine ulaşması mümkün değil. Siyonizm’e göre üzerinde yaşadıkları topraklarda Filistinlilerin her hangi bir hakkı yok. Bu topraklar yalnızca onlara ait. Tarihte bir Filistin toprağının olduğuna ve en az kendileri kadar hak sahibi olduklarını kabule yanaşmıyor. Sömürgeci bilinçte böyle bakıyordu olaylara. Aşağı, düşük halklara bırakılamazdı üzerinde yaşadıkları topraklar. Bu toprakları medenileştirmek ve kaynaklarından yararlanmak beyaz adamın tabi hakkıydı. Onlar verilenle yetinmeli, köleliği kabullenmeli ve efendilerinin dediklerini yapmalıydı. Filistin halkının tarihsel topraklarında başına gelenler şu anlattıklarımızdan farksız mı?
Uygar olduğunu iddia eden Batı soykırımı izliyor, arka çıkıyor, destek veriyor. Protestolara muhatap olan, Hamas’ın elindeki rehinelerin aileleri tarafından bile politikalarına destek çıkılmayan ve İsrail askeri aygıtı içinden de tepkiler alan Netanyahu’yu Batılı güçlerden aldığı destek ayakta tutuyor. Netanyahu’nun başında olduğu hükümet, ancak hassas dengeler sayesinde ayakta kalabiliyor. Nihai bir ateşkes bu dengeyi ortadan kaldıracak ve Netenyahu tüm yaptıklarının hesabını verecek. Bu nedenle Netanyahu vahşetin sürmesi ile iktidarının devamı arasında bir korelasyon kurulduğunun farkında. Ancak hedeflerine ulaştığı takdirde yapıp ettiklerinin unutulacağını, Siyonizm’in tarihine adının şerefle yazılacağını görüyor. Bu nedenle vahşeti tırmandırmaktan geri durmuyor. Ülkesinde politikalarına tam bir konsensüs sağlayamasa da diaspora Yahudilerinin desteğinin arkasında olduğunu iyi biliyor.
Her sıkıştığında ABD’ye giderek azalan desteğini tahkim etmeye çalışıyor. Netenyahu ABD siyasal sisteminin yakından tanıyor. Üniversite eğitimini ve doktorasını bu ülkede yapmıştı. Ayrıca İsrail’in ABD büyükelçiliği görevinde de bulundu. Her zaman şahin, sertlik yanlısı biri olarak tanındı. ABD’deki hayatı sırasında bütün enerjisini ABD’nin İsrail’i koşulsuz bir biçimde desteklemesini sağlamaya verdi. ABD yönetici sınıfının, politik sisteminin zaaflarını, eğilimlerini yakından biliyordu. Seçim sathına girildiğinde ABD politik sisteminin İsrail’e zaafının artacağını, lobilerin ve diasporanın desteğini arkasına almak için siyasi sınıfın her tür tavizi kolayca vereceğinden emindi. ABD’nin eski gücünden uzaklaştığından, liderlik zaafları yaşadığından ve böyle bir konjonktürün en fazla kendine manevra alanı açacağından da hiç şüphe duymuyordu. Biden en fazla onu Beyaz Saray’da ağırlamamıştı. Ama Hamas saldırısı sonrasında soluğu İsrail’de almış ve her tür desteğe hazır olduğunu bildirmişti. Bir İsrail vatandaşı olan Dışişleri Bakanı ise öncelikle bir Yahudi olduğunu ilan etmişti.
Şartlar Netanyahu’nun ziyareti için oldukça uygundu. Biden’ın rahatsızlığı Demokratları kara kara düşündürüyor, uğradığı suikastı lehine çeviren Trump’ın önünü kesmek hayli zorlaşıyordu. Bu şartlarda seçimleri kazanmak isteyen hiçbir güç İsrail’i karşısına alamazdı. Bir dönem üniversite kampuslarını etkisi altına almış olan protesto dalgası da geri çekilmişti. Soykırım dünyanın vicdanını kanatmaya devam ediyor olsa da ortalık sakindi.
Bu koşullar altında bir insan kasabının ABD Kongresinin birleşik oturumuna katılmasına, konuşma yapmasına izin verildi. Kongre salonuna girişinde ayakta ve alkışlarla karşılandı. Konuşması sık sık alkışlarla kesildi. Koskoca kongre salonunda Netenyahu’yu protesto eden bir kişi vardı. Filistin kökenli kongre üyesi Roma’da aslanların önüne atılan gladyatörlere benziyordu. Tüm salon vahşete, etnik arındırmaya, soykırıma destek veriyordu. Filistin halkının yaşadığı trajedi kimsenin umurunda değildi. Bir halkın kendi topraklarındaki bağımsız varoluş hakkı ayaklar altında çiğneniyordu. Kongre salonundan dünyaya verilen görüntü ibretlikti.
Demokrasinin beşiği sayılan, uygarlık konusunda herkese ders veren bir ülkenin siyasi mabedinde bir insan kasabına cinayetlerini anlatma fırsatı tanınıyordu. Sövgülerle, hakaretlerle karşılanması gereken kişi övgülere boğuluyordu. Bu kişi hakkında uluslararası ceza mahkemesince yakalama kararı çıkartılmıştı. Hakkındaki iddialar nedeniyle sanık sandalyesine oturtulmuştu. Gidip burada hesap vermesi gerekirken kongrede konuşma imkânı verilmişti. Çünkü ABD uluslararası ceza mahkemesinin kuruluşunu düzenleyen sözleşmeyi imzalamamış ve bu mahkemenin yargılama yetkisini tanımamıştı.
Bu ilgi, alaka insanlık vicdanında mahkum edilmiş birine uzatılmış bir can simidiydi. ABD uluslararası sistem üzerindeki ağırlığını tartışmasız devam ettiren bir güçtü. Sistem ABD’ye son sözü söyleme imtiyazı tanıyordu. Netanyahu’ya verilen destek ABD’nin tüm yaptıklarının ardında durduğu ve duracağı anlamına geliyordu. Bu desteğin sadece yaklaşan seçimlerle açıklanmasını doğru bulmuyoruz. ABD’deki Yahudi lobisinin sistem içindeki gücünü hiçbir siyasetçi yok sayamaz. Yeniden seçilmek ve kampanyalarına bağış alabilmek için siyasetçilerin lobinin desteğine ihtiyaçları olduğu da doğru. Ama tüm bunların aradaki ilişkiyi anlamak için yeterli olmadığı kanaatindeyiz.
Gazze savaşı başlarken Yahudi lobisinin Amerikan sistemindeki gücünü ve etkinliğini ele alan yazılar kaleme almıştık. 50’lerin sonundan bu yana ABD’nin bölge politikasının İsrail’in ihtiyaçlarına göre belirlendiğini söylemiştik. Bu politikalar ulusal çıkarlar ile çelişse bile öncelik İsrail’e veriliyordu. Bir yerde İsrail ABD’nin bölge politikalarını ipoteği altına almıştı. Her şey İsrail’in bölgedeki güvenliğini öncelemeye tahsis edilmişti. İsrail’in hasımları, düşmanları doğal olarak ABD’nin de düşmanları kabul ediliyordu. İsrail ile bölgesel rekabete girmiş ülkeler ABD’nin doğrudan hedefi haline geliyordu. Tüm bu ilişkileri lobicilik parantezinde değerlendirmek mümkün müydü? Diplomasi ülkelerin ulusal çıkarlarına öncelik tanırdı. Uluslararası ilişkilere ulusal çıkarlar egemendi. Peki, nasıl oluyordu ki dünyanın en güçlü kabul edilen ülkesi kendi ulusal çıkarlarına değil bir başka ülkeninkine öncelik veriyordu ve bu olanlar lobicilikle izah edilebiliyordu.
Burada bir sorunsal olduğu aşikârdı. Yahudi lobisinin ABD’deki gücünü salt lobicilikle izah etmek mümkün değildi. Yahudiler diğer lobilerden daha örgütlü, organize ve disiplinli çalıştıkları için bu ayrıcalığı elde etmiş değillerdi? Yoksa Amerikan kapitalizmi ile Yahudiler arasındaki bağlar daha spesifik bir analizi mi hak ediyordu? Bu soruların doyurucu bir cevabının verileceği yer burası değil elbette.
Ama Yahudiliğin ABD sistemine içkin olduğunu belirtelim. Hem sermaye içindeki güçleri, hem stratejik sektörlerdeki tekelci konumları hem de dünya üzerindeki Yahudi diasporasının en kalabalık bölümünün bu ülkede yaşıyor olması İsrail’e özel bir ayrıcalık tanınmasını sağlıyor. Ayrıca medeni dünya için Yahudiler bu dünyanın kurucu bir parçası. Aynı şeyi Araplar için, ama daha özelinde Filistinliler için söylemek mümkün değil. Filistinli bir Hıristiyan olmasına karşılık Edward Said’in, sırf Filistin davasına tutkuyla bağlandığı için başına ne işler geldiği biliniyor. Edindiği haklı şöhret olmasaydı üniversite de ders vermesine bile izin verilmeyecekti. Yahudi lobileri Columbia Üniversitesi ile ilişiğinin kesilmesini, ders vermesinin yasaklanmasını istemişti. Üniversite rektörünün akademik özgürlükler konusundaki direnci ancak bunu engelleyebilmişti.
Ama Gazze soykırımına en sert direnişte yine ABD üniversitelerinden geldi. Kampüslerde öğrencilerin başlattığı ve öğretim üyelerinin de onlara desteği ile gelişen bir protesto dalgası yaşandı. Ancak bu dalga uzun soluklu olamadı. Şimdi geri çekilmiş görünse de yeniden harekete geçebilir. Bu dalga sertlikle karşılandı. Öğrenciler okuldan atıldı, cezalandırıldı, hocaların sözleşmelerine son verildi. Sistem bu rüzgârın toplumu ayağa kaldırmasının önünü alabilmek için sertlikten kaçınmadı. 21.yüzyıl protestolarına hâkim olan karakter burada da karşımıza çıktı. Hedefi tam kestirememek, bütünsel bir sistem eleştirisinden yoksunluk ve tekil konulara sıkışıp daralmak. Bugün dünya çapında muhalefetin etkili olamamasının düğümlendiği yer de burası.
Sistem bir caniyi alkışlarla bağrına basarken ve insanlık vicdanı ayaklar altında kalırken ona direnen güçlerin somut alternatifler üretememesi. Gazze halkı soykırım altında vatanını terk etmezken vahşet karşısında çıkartılması gereken sesin cılız kalması. Milyonlarca insanın yüreği Gazze için atarken soykırımın durdurulamaması. Bir insan kasabının kongre salonunda kahraman gibi karşılanması. Katiller taltif edilirken masumların sahipsiz bırakılması. Dayanışmanın sonuç alacak kadar güçlü olamaması. Yani büyük çaresizliğimiz.