Şövalyeliğin tarihindeki asıl köklü dönüşüm haçlı seferleri ile başladı. Haçlı seferleri ile birlikte şövalyelik bir kurum haline geldi. Tekil örnekler giderek yaygınlaşarak kendi ritüellerine sahip olan bir yapıya dönüştü. Bir önceki yazıda belirttiğimiz gibi kilise Avrupa’nın en örgütlü kurumuydu. Krallar ve prensler dâhil her kesim üzerinde mutlak bir otoriteye sahipti. Çünkü onlar olmaksızın var olan düzenin sürdürülebilmesi mümkün değildi. Papalık riyasetinde toplanan konsüller ile Hıristiyanlık günün değişen ihtiyaçlarına uyarlanmaya çalışılıyordu. Halk tarafından benimsenmeyen kararlar başka bir konsül kararı ile değiştiriliyordu. Yani kutsal olan sonuna kadar dünyevi meselelere bulaşmıştı. Haçlı seferleri de işte bu dünyevi ihtiyaçlardan doğdu.
Yoğun bir karmaşa içinde olan Avrupa’da iç barışın sağlanmasına ihtiyaç vardı. Her yerde bir düzensizlik ve kargaşa hali egemendi. Egemenliklerini küçük toprak parçaları üzerinde sürdürebilen krallık ve prenslerin başlıca hedefi topraklarını genişletmek, yağma ve fetih aracılığı ile talan ekonomisinden pay kapmaktı. Tarım çok ilkel yöntemlerle yapıldığı için gelişmiş bir ekonomi söz konusu değildi. Ticaret ise Akdeniz’de kurdukları üstünlük ile mal değiş tokuşuna aracılık eden İtalyan şehir devletlerinin kontrolündeydi. Dolayısıyla dikkatleri başka yerlere yönlendirmek hem iç kargaşaya son verecek hem de yağmaya dayalı ekonomiye canlılık katacaktı. Yine ahalinin kargaşa karşısında sükûnetini sağlayabilmek için dinsel hedeflerin gösterilmesi gerekiyordu. Bu sayede Hıristiyan inancına mensup olanlar arasındaki dayanışma sağlanacaktı.
Kilise bir kurum olarak tarihi boyunca hac yollarının güvenliğine özel bir önem vermişti. Bu ziyaretler kavimler arasındaki karşılaşmaları arttırarak daha büyük bir camiaya mensup olma duygusunu diri tutuyordu. Ayrıca bir turizm ekonomisi de oluşturduğundan kilise bu ziyaretlerden ciddi kazanç sağlıyordu. O tarihlerde iki önemli hac merkezi vardı. İlki kuşkusuz mermer şehir olarak bilinen Roma’ydı. Burası aynı zamanda eski imparatorluğun da merkeziydi. Diğeri ise havarilerden birinin öldüğü yer olarak bilinen İspanya’daki Santiago’ydu. Geoffrey Kaucer Canterbury Hikâyeleri’nde İngiltere’den Santiago’ya doğru yapılmış bir hac yolculuğunu anlatır. O günün şartlarında mesafenin uzaklığı, ulaşım zorlukları ve yürüyerek hac yapmaya atfedilen kutsallık beraber düşünüldüğünde yolculuğa yüklenilen tinsel anlam daha iyi anlaşılacaktır.
Kuşkusuz hac yolculuğunun asıl merkezi Hıristiyanlığın doğduğu kutsal topraklar kabul edilen Kudüs’tü. Kudüs üç İbrahimi din içinde kutsal sayılıyordu. Museviler için kutsal Süleyman Tapınağı buradaydı. Hıristiyanlar için İsa’nın çarmıha gerildiği ve üçüncü gün yeniden dirilerek Tanrı’ya yolculuğunun başladığı şehirdi. Müslümanlar ise Muhammed Peygamberin miraca yükseldiği yer kabul ediyordu. Kudüs Müslümanlar tarafından daha 634 yılında Halife Ömer tarafından fethedilmişti. Kutsal saydıkları Mescit-i Aksa da burada bulunuyordu. Şehir çok uzun süredir Müslümanların kontrolündeydi. Önce Selçuklular ve bir sürede Fatımiler kente egemen olmuştu. Uzun süredir Hıristiyan hacıların ziyaretine yasaklanmıştı.
Papa 2.Urban 1095 Clermont Konsülünde haçlı seferlerini başlatan kararı aldırdı. Bu bir Tanrısal yolculuk olacaktı. Müslümanların elinde bulunan Kudüs’ün fethedilmesi gerekiyordu. Bu fethe katılacak olanlar günahlarından arınacak ve Tanrı katında takdis edileceklerdi. Papalık bu işi özendirmek için müktesebatında bulunan bütün dinsel argümanları sahaya sürdü. Bizzat Papanın liderliğinde bir ordu hazırlandı. Bilindiği gibi haçlı seferleri fasılalar halinde 13.yüzyıla kadar devam etti. Seferler hem Avrupa’nın hem de Yakındoğu’nun tarihinde önemli sonuçlar doğurdu. Bizzat haçlıların kurduğu ve bir süre yaşayan devletler kuruldu. Hıristiyan Batı ilk kez Doğu ile Müslümanlarla karşılaşmış oldu. İslam’ın kendilerinden daha üstün bir uygarlık tesis ettiğine şahit oldular.
Haçlı seferleri şövalyeliğe kutsal bir anlam yükledi. Seferlerle birlikte kilisenin şövalyelik üzerindeki otoritesi güçlendi. Şövalyelik önemli ritüellerinin neredeyse tamamını kiliseden aldı. Şövalyeliğe kabul edilmek için geceyi dua ederek kilisede geçirmek, zırhını, kılıcını, mızrağını sunağın önüne koymak, papaz tarafından omuza ve boyuna dokunulması, oruç tutmak gibi ritüeller şövalyeliğe geçiş sırasında kilise tarafından gerçekleştiriliyordu. Şövalyeler bu şekilde kutsanarak ve her koşulda Tanrı ve kiliseye sadakat bildirerek kuruma kabul ediliyordu. Roma soyluluğu ile barbar aksiyonunun bir bileşimi olarak doğan şövalyelik kurum haline gelmeyi kilise dolayımından geçerek gerçekleştirdi.
Bildiğimiz şövalye tarikatlarının önemli bir bölümü de haçlı seferleri sırasında doğdu. Bunların içinde en ünlüsü olan Tapınak Şövalyeleri hac yolculuğuna çıkanları korumak için 1114 yılında kurulmuştu. Üyeleri yoksulluğu, itaati, cinsel perhizi yüceltiyordu. Kudüs’teki Süleyman Tapınağı harabelerinin yanına yerleştikleri için bu ismi almışlardı. Bilindiği gibi tarikat Fransız monarşisi için giderek tehlikeli bir hal almaya başladığında 1312 yılında yok edildi. Hastalara yardım amacıyla kurulan Hospitalierler ise sonradan Malta adasına yerleştikleri için Malta şövalyeleri olarak tanındılar. Böyle sayısız şövalye tarikatı kuruldu. Her birinin özel arması, gayesi ve ritüelleri bulunuyordu.
Feodalizmin krizi ile birlikte en olgun halini klasik feodalite de almış olan şövalyelik de kriz içine girdi. Şövalyeliğin altını oyan da tıpkı soyluluk da olduğu gibi ticari kapitalizmin gelişmesiydi. Para ekonomisinin güçlenmesi rantiye bir hayat süren soyluların altını nasıl oydu ise şövalyeliğin altındaki toprağı da çekti. Soyluluk kendini yeniden üretebilecek imkânlardan yoksun kaldığından soyla devralınabilen unvanlarda giderek parayla satın alınmaya başlandı. Soyluluğun krizi ile şövalyeliğin krizi at başı gitti. Soyluluk da şövalyelik de ancak soydan ediniliyordu. Soylu olmayan birinin şövalye olması çok güçtü. Ancak savaşta olağanüstü başarı göstermiş soylu olmayan birisine bu unvan verilebilirdi.
Üstelik şövalye olmanın kuralları çok sertti. Yedi yaşında başlayan eğitim yirmi bir yaşına kadar devam ediyordu. Çocukken başlayan eğitim bir lordun yanın da önce değerler eğitimi alarak başlıyordu. Lordun eşi olan leydi bu eğitime nezaret ediyordu. Görgü, nezaket, centilmenlik gibi şövalyelikle özdeşleştirilmiş davranışlar bu sırada öğreniliyordu. On dört yaşında ikinci aşaması başlayan eğitim daha çok askeriydi. At kullanma da ustalaşmak, kılıç ve mızrağa hâkimiyet, savaş kurallarına riayet bu dönemde öğreniliyordu. Şövalyelik ya bu eğitimin tamamlanması ile ya da savaşta gösterilen üstün başarı ile kazanılıyordu.
Ticari kapitalizm yeni bir sınıf olarak soyluların karşısına tüccarları çıkarttığı gibi teknolojik değişimde şövalyeliğin karşısına ateşli silahları çıkarttı. Cesareti, mertliği, haksızlık karşısında diklenmeyi, yalan söylememeyi, dürüstlüğü, yoksulları korumayı, açları doyurmayı ve platonik aşka bağlanmayı şiar edinmiş şövalyenin barut karşısında yapabileceği bir şey yoktu. Savaşlarda mahiyet değiştiriyordu. Şövalyelikle özdeşleşen düello kültürünün varlık zemini yok oluyordu. Ortadan kalkan şövalyelik bir süre daha romanslarda yaşamaya devam etti. Can çekişmeye başladığı sıralarda edebiyatındaki artış dikkat çekicidir. Belki de paranın egemenliği altına her gün biraz daha fazla giren halk sınıfları için Ernest Bloch’un ‘ umut ilkesi ‘ dediği şeye tutunmanın eldeki imkânı şövalye romanslarından geçiyordu.