Sorumlu Kim?

Hacı Hüseyin Kılınç

Şiirin ilk sözcüğünü ya da dizesini  çıkarmaya benzer yazıya başlık atmak. İlk sözcük kurulacak yapının iskeletini verir. Gerisi kurmaya, tamamlamaya kalmıştır. Şiir konusunda hiçbir yeteneğimiz olmasa da onun sözcükleri metaforlara, imgelere dönüştürerek yapılan bir iş olduğundan kuşkumuz yok. Yazıya bir başlık düşünürken ilk aklımıza gelen suçlu kim sorusu olmuştu. Ama daha sonra sorunun yazıda anlatılacakları tam ele vermeyeceğine ikna olduk. 

Derdimiz somut bir suçlu tespit ederek yaşadığımız felaketin tüm kefaretini ona çıkartmak değil. Suçlu kim sorusu bu haliyle ceza hukukunun konusu. Ceza hukuku fiille, eylemle ilgilenir. Ortada suç vasfı yüklenilecek somut bir fiil vardır ve bu fiilin sahibi ile suç tipi arasında bir bağ kurulur. Kuşkusuz yaşadığımız deprem felaketininde failleri, suçluları var ve bunlar bulunacaklar. Adliye teşkilatı bu kişileri soruşturacak ve cezalandıracak. Yargılama çok uzun süreceğinden toplumun ilgisi giderek dağılacak ve suçlular hakkında hüküm kurulduğu anda konuyu takip eden çok az insan kalmış olacak. Şimdi çok hızlı çalıştığı izlenimi veren kolluk ve adliyenin azmi de toplumun bir suçlu bulma dürtüsünden kaynaklanıyor. Onlarca insanın ölümüne sebebiyet veren kişiler Marmara Depreminin üzerinden epey zaman geçtikten sonra fazla ceza almadan hukuki süreç sonlanmış, mahkemelerde de pişkin bir eda ile masum oldukları savunmasını yapmışlardı. 

Suçluyu tespit etmek ceza hukukunun işi ise, failler hakkında verilecek hükümle süreç sona eriyorsa bunun meselelerimizi çözmeye yetmediğide ortada. Toplumun önüne  ‘günah keçisi’ koyarak birilerini suçlu ilan etmek ve bu şekilde birikmiş hınç ve öfkeleri yatıştırmak insanoğlunun kadim alışkanlıklarından biri. Sert bir ceza politikasıyla, suçluların ağır şekilde cezalandırılmasıyla sorunlarımızın çözüleceğine inananların sayısı az değil. Sorunların gerçek temellerini bulmayı lüks kabul edenler için pratik çözümler her zaman çekici olmuştur. Kitlelerin bu tür primitif eğilimleriyle aynı dalga boyunda hizalanmayı genel geçer sayan siyasetçiletin idam cezasını sıklıkla gündeme getirmelerinin ardında da böyle bir hesap vardır. Eğer yaşadığımız sorunlar üç beş inşaatçının, bunlarla işbirliği yapmış kamu görevlilerinin sert şekilde ceza alması düzeyinde değilse bu felaketin sorumlularını nerede arayacağız? 

Herkesi ilgilendiren bir eylem ve faaliyet alanı olarak sorunlarımızın kaynağı siyasette mi düğümleniyor. Siyasetin yapısını değiştirdiğimizde, münazara havasından uzaklaşıp diyaloğu siyasetin zemini yaptığımızda umutlanabilir miyiz? Bu temennilerin dışına çıkıp cari siyaset alanına adım attığımız anda herkesin bir diğerini suçladığı bir manzara karşımıza çıkıyor. Türkiye’de siyasetin varolan sorunlarımızın temellerine kadar inen ve çözüm üreten bir pratik faaliyet olmadığı apaçık bir bedahat. Siyaset en haksız olduğunuz bir anda üste çıkmak uyanıklığı olarak anlaşılıyor. Her hangi bir  tartışmada üstte kalmayı, lafı çakmayı, karşıdakini susturmayı siyaset zannediyoruz. Saatlerce süren tartışma  proğramları bu nedenlerle havanda su dövmeden öteye gidemiyor. Meseleler üzerinde uzlaşabilmek, ortak bir dille tartışabilmek, hoşgörü içinde birbirini dinleyebilmek ve tüm bunların sonucunda çözüme gitmek bizim siyasal kültürümüzde varolan alışkanlıklar değil. 

Deprem karşısında iktidarın aldığı pozisyona baktığımızda bunu net bir biçimde görüyoruz. İktidar depremin altında kaldığı gerçeğini kabullenmiyor. Memleketin deprem üssü olduğunu sağır sultan bile duyduğu halde idare bu konularda milim bir adım atmamış. Hizmet merkezli, sorun ve çözüm odaklı bir kamu idaresi kültürüne maalesef sahip değiliz. İktidar adına söz alanlar en başta Erdoğan satır arasında eksikleri kabullense de bunun sorgulanmasından huzursuzluk  duyuyor. Çünkü devlet olmak muktedir görünmekten, vatandaşa kulak vermek değil talimat dikte etmekten geçiyor. Devlet en fazla kendi iç dilinde, yazışmalarında zaaflarını kabulleniyor. 

Erdoğan inancını devlet yönetimi ile karıştırıyor. İnsan bireysel dünyasında kadere, yazgıya ve her şeyin Tanrı’nın eseri olduğuna inanabilir. Külli irade karşısında kendinin cüzi bir iradeye sahip olmadığını bile düşünebilir. Her şeyin kader planında işlediğine aksinin zındıklık sayılması gerektiğine iman edebilir. Fakat bu bireysel anlayış devlet yönetiminin hakim ilkesine dönüşürse felaketlerden başımızı kaldıramayız. Türkiye’nin başında bulunan iktidar yukarıda bahsettiğimiz anlamda bir iman anlayışına da sahip değil. 

Doğasından gelen bir pragmatizmle o an kendini meşrulaştırabilecek ne bulursa ona dört elle sarılıyor. Avrasya tüneli, üçüncü köprü, duble yol, şehir hastaneleri ile övünmekte beis görmeyen iktidar depremin yere serdiği kentler karşısında kader planı diyerek kendini aklıyor. Boğazın altından tünel geçirecek bir akla sahip olacaksın ülkenin önemli bir kısmı deprem ile viraneye döndüğünde kader planı diyerek kendini aklayacaksın. Depremin büyüklüğünü, ‘eşsizliğini’ görsellerle izah ederek yapacak bir şey yoktu kaderciliğini herkesin kabullenmesini  bekleyeceksin. Deprem yalnız toplumu değil iktidarı da hiç beklemediği yerden vurdu. Çoklu krizler karşısında sadece pazusuna güvenen iktidarın tel tel döküldüğüne şahit olduk. İmar afları ile, ihale mevzuatında yaptığı günübirlik değişikliklerle, öncelikle gözettiği inşaat lobileri ile iktidar ülkeyi adeta bir ‘ müteahhit cumhuriyetine ‘ dönüştürmüştü. Tanıl Bora Türk Siyasal İslamcılığının iman şartının ‘ inşaat ya Resulullah ‘ haline geldiğini söyleyeli çok oldu. 

Bu yazıda muhalefet bahsine girmek istemiyorum. Ancak sınırlı bir bakışın, devlet merkezli bir onarım çabasının hiçbir derdimize çare olmayacağını söylemekle yetineyim. Sınırlarına dayanmış olan şey tüm bunların ötesinde ve çözümleride çok köklü olmak zorunda. İnşaatçılığı imanın şartı haline getirmek, insanların başlarını sokabilecekleri bir ev edinme çabasını siyaseten istismar ederek onları kuralsızlığın, güvencesizliğin kollarına atmak meselenin ne birilerini cezalandırarak çözülebileceğini ne de bir iktidar değişimiyle her şeyin hal yoluna girebileceğini gösteriyor. Sorun köklü ve çözümüde o ölçüde radikal olmak zorunda.