31 Mart akşamı Türkiye yeni bir siyasal iklime uyandı. Kaybetmeye alışmış olanların yüzü uzun süreden sonra ilk defa gülüyordu. Hep kazanmaya alışmış olanlarda ise bir moral çöküntü hâkimdi. AKP ile MHP iktidar blokunun kalesi sayılan yerlerin siyaset haritasındaki renkleri değişmeye başlamıştı. Her şeyden umudunu kesme noktasına gelenlerin, bu ülkede artık çocukları için bir gelecek umudu görmeyenlerin kararları bir gecede değişmeye başladı. Demek her şey bitmiş değil noktasına gelmişlerdi. Yerel seçimler 14-28 Mayıs seçimlerinin muhalif seçmende yarattığı umutsuzluk haline son verdi. Bahar havasının kısa sürmesini, ayakların yere değmesini, bir seçim zaferi ile Türkiye’nin içine girdiği karanlık tünelden çıkmasının mümkün olmadığının bir an evvel anlaşılmasını temenni ediyoruz.
Çünkü öncesini de hesaba katarsak yarım asırdır bir felaketin içerisinde yaşıyoruz. AKP başlangıçta yarattığı sahte umutlara karşılık, temelleri yarım asır öncesinde atılmış bir projeyi sadece mantıksal sonuçlarına ulaştırdı. Bu proje piyasacı neoliberal iktisadın İslamcı bir rejim altında uygulanmasına dayanıyordu. Siyasal İslamcıların cumhuriyetle hesaplaşmalarının, kaybettikleri davanın intikamını almalarının, zapt etmeye çalıştıkları hınçlarını serbest bırakmalarının önünde artık her hangi bir engel kalmamıştı. Her şeyi yıkmaya, kazımaya hazırlardı tek bir şey hariç. Siyasal İslamcıların sermaye düzeninin temellerine dokunmaya hiç mi hiç niyetleri yoktu. Bilakis sermaye düzeninin onlara duyduğu ihtiyaç iktidarlarına giden yolları temizlemişti. Yarım asırlık süreçte sermaye düzeni merkez sağ ve sol olmak üzere tüm seçenekleri denemişti, ancak hiçbirisi kalıcı olmamıştı. Küresel sermaye ile yerel ortaklarının tam bir mutabakatı ile AKP iktidara getirildi. Çünkü tüm halkın yoksullaştırılmasına, elindeki müştereklerin özelleştirilerek sermayeye aktarılmasına dayalı bir düzen, ancak siyasal İslamcılar aracılığıyla kurulabilirdi.
Siyasal İslamcılık sermaye düzenine tüm bunları yapmaya ehil ve yetenekli olduğunu ispatlayarak iktidara geldi. Belediyelerde yerleştirdiği düzen iktidarına giden yolların taşlarını döşedi. Bir halkı yoksullaştırırken, elindeki kaynakları yağmalarken, yandaş bir sermaye sınıfı yaratırken aynı zamanda memnuniyet üretmenin yollarını keşfetmişlerdi. Din gibi rıza üretmenin en güçlü silahlarından birine sahiptiler. Onu istedikleri gibi eğip bükebilir ve kendi çıkarlarını kutsalın ardına ustalıkla gizleyebilirlerdi. Hâkim sınıflar ile yoksulların aynı anda hoşnutluklarını kazanabilirlerdi. Kutsalı arkasına almış bir siyasetin gücü ile kim baş edebilirdi ki? Üstelik bunu demokrasi ile eklemlediğinizde, demokrasiye susamış bir yığın saftirik seküleri de peşinize takabilirdiniz. Siyasal İslamcılık Türkiye’de başka bir siyasal iktidarın kurmaya gücünün yetmediği hegemonyasını bu sayede tesis edebildi.
Yoksulların yoksulluklarını kanıksamaları, ancak onların düzeninde mümkün olabilirdi. Grevsiz, sendikasız bir çalışma yaşamı, yeni bir emek rejiminin inşası, ancak onlar aracılığıyla kurabilirdi. Halkın elinden her şey alınırken sessiz kalması, itaat etmesi, kaderine razı gelmesi, ancak onlar sayesinde becerilebilirdi. Cinsiyetçi bir düzeni sonuna kadar götürmeyi, çocukların beyinlerinin dogmalar tarafından işgalini sadece onlar yapabilirdi. Yoksullaşan halkın isyan etmemesini, sadaka ekonomisini kabullenmesini sadece onlar sağlayabilirdi. Tüm kurumların çökertilmesi, çökertilen kurumlar içerisinde kendilerine sadık bendeler olmadan olmazdı. Sadık bendeler ise ancak siyasal İslamcılığın ‘hakikat rejimini’ benimsemekle yaratılabilirdi. Siyasal İslamcılığın toplum nezdindeki itibarını yeni bir ‘hakikat rejimi’ sunmasından alıyordu. Kurduğu düzen sadece yalana ve dolana, yağmaya ve talana yaslanmıyordu. Yeni özneler inşa ediyor ve başka özneleri kendi düzenine ikna ediyordu. 31 Mart bu ‘hakikat anlatısına’ büyük bir darbe indirdi. Teyellerini yerinden etti, dikişlerini söktü.
Şimdi iş muhalefete düşüyor. Halkın iktisadi bir çöküntü içinde gösterdiği öfkeye ne kadar sahip çıkacak. Halkın sandıktaki isyanına ne kadar sadık kalacak, göreceğiz. Seçim kazanmanın narsisizmine, sandıkta elde edilen zafere hayran kalıp, marifeti kendimizde sayacak olursak eğer gidecek bir yer yok. Halkın öfkesi, kızgınlığı, iktidara ders verme arzusu ve hatta bizzat Erdoğancı seçmenin sandıktan uzak durma tavrı haritadaki renkleri değiştirdi. Öfke her şeyin başlangıcıdır, ama salt öfkeyle de gidilecek bir yer yok. Aristoteles Nıkomakhos’a Etik’te öfkeyi üçe ayırır; ‘öfke konusunda da aşırılık, eksiklik, orta olma var; bunlar hemen hemen adsız olmakla birlikte, orta olana sakin diyerek, orta olmayı sakinlik diye adlandıralım; uç noktalardan aşırı olan sinirli olsun-kötülük sinirliliktir-, eksiklik gösteren öfkesiz, eksiklik de öfkesizlik.’ Aristoteles tüm duygularda ölçülülüğü, ortalamayı salık verir. Öfke karşısında da sakinliği önerir. Öfkenin uç noktaya taşınmasına sinirlilik der ve aşırısının kötülük olduğunu söyler. Aristoteles’in açıklamalarını toplumsal psikoloji düzeyine yükselttiğimiz takdirde ‘öfke’ 31 Mart seçimlerinde makul olanı aşmış ve tam bir ‘sinirliliğe’ dönüşmüştür.
Öfke olmadan, başlangıçta o yer almadan bir değişimin başlayabilmesi mümkün değildir. Öfke halkın artık var olana rıza göstermediğinin, durumu kabullenmediğinin, eskisi gibi yaşamak istemediğinin göstergesidir. Öfkeyi umuda dönüştürmek, öfkeyi saman alevi misali parlayıp sönen geçici bir duygu olmaktan çıkarmak ise siyasetin görevidir. Bu da ancak öfkedeki ruha sahip çıkarak, onu anlayarak ve daha pozitif bir duygulanıma yerleştirerek mümkündür. Bunun için yeni örgütlenmelere, disipline ve sıkı çalışmaya ihtiyaç vardır. Kendimize ait olmayan başarıları kendimize yazarak, kerametin kendimizde olduğu narsisizmine kapılarak öfkeyi bir siyasete dönüştürebilmemiz mümkün değildir. Bu nedenle hızla bahar havasından çıkılması ve iktidarın değişimi için daha çok çalışılması, yeni örgütlenmeler yaratılmasına ihtiyaç vardır.
Muhalif hareketleri bekleyen en büyük tehlike zafer sarhoşluğuna kapılmak, kaynaklarını doğru okuyamamak, geçici olup olmadığını ayırt edememektir. Ardımızda bir 2019 deneyimi bulunuyor. O zaman da büyükşehirlerin önemli bir bölümü kazanılmış, haritanın renkleri değişmişti. Ama muhalefet siyaset yapma biçiminde en küçük bir değişikliğe gitmemişti. Sadece iyi belediyecilik yapılarak genel iktidarın geleceği tasarlanmıştı. Siyasetin toplumsallaşmasının ve toplumun siyasallaşmasının, halkın öfkesinin siyaset kanallarına aktarmanın yollarının aranmasından uzak durulmuştu. Siyaset etkisizleşmiş bir Meclisin koridorlarına, kürsülerine hapsedilmişti. Muhalefetin sandıktaki başarının arkasını getirecek bir siyasal stratejisi yoktu. Zamana oynayan Erdoğan’a muhalefet aradığı fırsatı altın tepside sunmuştu. Şimdi de önümüzde aynı ikilem duruyor. Eğer Erdoğan’ın yumuşayacağını, gitme vaktinin geldiğini ve kendiliğinden gideceğini hesaplıyorsak büyük yanılıyoruz. Türkiye’deki kutuplaşmış havayı dağıtmanın yolu Erdoğan karşısında geri adım atmaktan, alttan almaktan geçmiyor. Halkın öfkesine sahip çıkmak, asabiyetinden huzursuz olmamak ve Mümtaz Soysal’ın bir kitabına verdiği adda olduğu gibi bu ‘güzel huzursuzluk’ tan siyaseten dersler çıkarmak gerekiyor.