Ernst Bloch Marksizm içindeki akımları soğuk ve sıcak diye ikiye ayırırdı. Soğuk olanlar nesnelliği, tarihselliği, bilimselliği öne çıkarırdı. Tarihin yapılmasında insani öznenin payını hafife alırlardı. Nesnelci anlayış kendini ilk önce pozitivizm olarak gösterecekti. Pozitivizm kurucusu Comte’un elinde tarihi kaba şemalara indirgiyordu. Üçlü merhalenin en sonunda pozitivist evre yer alıyordu. Pozitivist evreyle beraber bilimlerin hükümranlığı başlıyordu. Comte, doğa bilimlerinin yöntemini olduğu gibi beşeri bilimlere de taşıyor ve aradaki farkı yok sayıyordu. Bilim olguları gözlemleyecek, tasnifleyecek ve kuralları ortaya çıkaracaktı. Pozitivist evrede yaşam tümüyle bilimsel kurallara ve kanunlara dayalı olacaktı. Önceki evrelerin dinsel ve metafizik kaygıları geride kalacaktı. Comte bilimi adeta kutsuyor ve farkına varmaksızın geride kaldığını düşündüğü evrelerin rolünü yüklüyordu. Sorel bunun gerçek bilimden farkını belirtmek için ‘küçük bilim’ diyecekti. ‘Küçük bilime’ dönüşmüş pozitivizm en nihayetinde bir düzen ideolojisi olacaktı. Ama ‘bilimsel söylemini’ her yere bulaştıracaktı.
Tarihselci eğilim Hegel ile birlikte doruk noktasına ulaştı. Yalnız Hegel’in tarihselciliğini Alman tarih okulunun ‘tarihselciliği’ ile karıştırmaktan kaçınmak gerektiğini öncelikle belirtelim. Hegel felsefenin kavramsal soyutluğuna ‘tarih düşüncesini’ yerleştiren en büyük filozoftu. Kendinden önceki filozofların sistemlerinde tarihe yer yoktu. Ya idelerle ya kavramlarla ya da soyut kategorilerle iş görmüşlerdi. Tarih düşüncesi ilk defa Hegel ile birlikte felsefi sistemin merkezine yerleşecekti. Hegel’den önce tarih düşüncesinde önemli gelişmeler kaydedilmişti. Özellikle İtalyan Vico tarihe itibarını kazandıran kişiydi. ‘Yeni bilim’ dediği şey büyük ölçüde bir tarih bilimiydi. İnsanlığın evrimini tarihi bir yolculukla açıklıyordu. Ve tarih biliminin soyutlaması demek olan peryodizasyona başvuruyordu. Herder ise ulusların, halkların tarihi ile ilgileniyordu. Soyut, genel, evrimsel tarihi bir yana bırakıyor ve tarihi halkların, ulusların yaşamı olarak yeniden kuruyordu. Tarihin malzemesi artık savaşlar, kahramanlar değil masallar, mitler ve halk kültürü olan folklordu.
Hegel tüm bunların etkisi altında sisteminde tarihe büyük bir yer açtı. İdeyi, kavramı soyutluktan çıkarıp tarihin içine yerleştirdi. Genç Hegel için insanın tarihteki yolculuğunun gayesi özgürlüktü. Tarihte olup biten her şey bu amaca hizmet ediyordu. İnsan etkinliğinden başka bir şey olmayan tarih, özgürlüğe yazgılıydı. Hegel teleolojik bir tarih kurgusuna sahip olmakla birlikte, tarihin yapımında çatışmaya ve emeğe önemli bir pay veriyordu. Yöntem olarak kabul ettiği diyalektik, çatışma içermeksizin bir anlam ifade etmezdi. Hegel’de çatışma veya çelişki kurgusal değildi. Hegel çatışmayı kavrama hareketlilik kazandırmak için tasarlamıyordu. Tarih içinde olguların izini sürüyor ve çatışmanın tarihin devindirici gücü olduğunu görüyordu. Yalnız çatışmanın belirleyeninin maddi çıkarlar değil ideler olduğu sonucuna ulaşıyordu. Tarihte, tarihin yapıcısı sayılan insan da kavramın buyruğu altına girmişti. Ve nihai amacı özgürlüktü.
Fransız devriminden büyük heyecan duyan ve okul arkadaşları Schelling ve Hölderlin ile birlikte okul bahçesine devrimin anısına çam ağacı dikecek kadar etkilenen filozof, Berlin’e gittiğinde bir devlet filozofu haline gelecek ve ilk fikirlerinden çark edecekti. Devrimin restorasyon ile sonuçlanıp iğdiş edilmesi düşünürü devrim fikrinden soğutacaktı. Özgürlüğün somutlaşmasını bir korporasyon gibi düşündüğü Prusya krallığında görecekti. Çatışmalarla yüklü sivil toplumdan, bir korporasyon gibi davranan bürokrasi aracılığı ile kurtulunacaktı. Bu zümre, herkesin kendi tikel çıkarlarına gömüldüğü bir cemiyette, genelin çıkarlarını temsil edecekti. Kendi çıkarları ile tüm toplumun çıkarları arasında bir çatışma bulunmayacaktı. Napolyon’u devrim ordularının başında Jena’da gördüğünde, dostlarına ‘dünya tinini bir atın sırtında gördüğünü’ söyleyecek kadar heyecanlanan filozof için özgürlük, şimdi Prusya kralında simgeleşiyordu.
Bu yazıda uzun uzun Marx’ı tartışacak değiliz. Yalnız Marx gençliğinde tüm sol Hegelci arkadaşları gibi romantik birisiydi. Mizaç olarak öyle olduğunu söylüyoruz yoksa Marx’ın romantik dünya görüşünün etkisi altında kaldığından söz etmiyoruz. Marx çok iyi bir Hegelciydi. Ancak daha 1842 yılında, odun hırsızlığı yasalarının Köln parlamentosundaki görüşmeleri sırasında, devletin herkesin çıkarını temsil etmediğinin farkına varacaktı. Devlet ile hâkim sınıflar arasındaki ilişkinin farkına vararak komünizm düşüncesine ulaşacaktı. İlk ciddi eleştirisini olgun Hegel’in başyapıtı sayılması gereken ‘Hukuk Felsefesi’ üzerine’ yapması tesadüf değildi. Genç Marx, 1843’de kaleme aldığı eserinde, devletin Hegel’in dediği gibi korporasyon değil baskı aygıtı olduğu sonucuna ulaşmıştı. Hegel’i tümüyle geride bırakmamış, sivil toplumun bir çatışma alanı olduğu kabulü ile insan hayatının emeğe dayalı olduğu düşüncesini sahiplenmişti. Engels’in ‘İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu’ kitabını okuduktan ve onunla Paris’te geceler boyu süren sohbetler yaptıktan sonra, kurtuluşun işçi sınıfının eseri olacağına kanaat getirdi. Bu konudaki ilk düşüncelerini 1844 yılındaki elyazmalarında Hegelci bir terminoloji içinde dile getirdi.
Paris’te tarih, ama özellikle devrim tarihi çalıştıktan sonra, Engels’in etkisiyle ekonomi-politik okumaya başladı. Bu okumalar ilk etkisini Proudhon’un ‘Sefaletin Felsefesi’nin karşısına sert bir polemik kitabı olarak çıkan ‘Felsefenin Sefaleti’nde kendini gösterecekti. 1846 yılında yayınlanan bu kitapta Marx, Proudhon’un küçük burjuva iktisat öğretilerinin karşısına Ricardo ile çıkıyordu. Proudhon’u ekonomi-politiğin kategorilerini tersine çevirmekle, yanlış kullanmakla, cehaletle itham ediyordu. Felsefeye yabancı Proudhon’a, Hegel’i satır satır incelemiş birisi olarak karşı çıkıyordu. Marx’ın dünya görüşü ekonomi-politik okumaları ile birlikte kıvama gelmişti. İki yıl sonra yayınlanacak manifesto bunun kamuya açık bir sergilemesi olacaktı. Marx, Bloch’un mecazının neresinde yer alıyordu? Düşünceleri sıcak-soğuk akımlardan hangisine dâhil edilebilirdi. Marx’ı bir bilim insanı kabul edenlere göre soğuk akıma yerleştirilmeliydi. Bunların en başında ülkesi Almanya’daki tilmizleri geliyordu. Marx bilimsel bir dünya görüşü oluşturmuştu. Bu bilim Kapital’de tüm görkemiyle sergilenmişti. Diğer özellikleri bilim insanlığının önüne geçemezdi. Marx’tan sonra onun mirasının sözcülüğü üstlenecek Engels’te veda konuşmasında onu Darwin ile aynı panteona yerleştirmişti. Darwin doğanın evriminin yasalarını keşfetti ise Marx’ta toplumun ilerleme yasalarını keşfetmişti.
‘Küçük bilimlerin’ gelişmesi, giderek her birinin felsefeden özerkliğini ilan etmesi, teknolojinin dünyanın çehresini yenilemesi ve bunun ardındaki itici motorun bilimler olması, her alanda bilimlerin saygınlığını arttırdı. Bilimlerin ilerlemesi karşısında felsefe dar bir alana sıkışmak zorunda kaldı. Hegel’in bıraktığı görkemli miras bile unutuldu. Bilimlerin düzenleyiciliği karşısında her alana el atmış bir felsefi sisteme gerek yoktu. El attığı her alan şimdi bilimlerin istilasına uğramıştı. Felsefe metafizik olmaktan çıkarılmış ve metafiziğin sonuna gelinmişti. Felsefe bilimler tarafından sorguya çekiliyor, bilimle uyumsuz olan yanları kesip atılıyordu. Hâlbuki metafizik Aristoteles’ten bu yana yalnızca düşünmenin kategorilerini ele almakla kalmıyor, insanlara genel bir dünya görüşü de sağlıyordu. Metafiziğin fizik-ötesiliği bilimin cevaplayamayacağı sorularla ilgilenmesi demekti. Metafiziği kuran Aristoteles, Fizik kitabını yazan kişiydi de. Kantçılık bile bu dalgadan etkilenecek, kritiğin sözcüsü büyük filozof, pozitivizme uydurulmaya çalışılarak ucube bir neo-kantçılık ortaya çıkarılacaktı.
Felsefe silahı köreltilmiş, felsefenin her şeye yukarıdan bakan yönü kesilmişti. Felsefenin eleştirel silahının elinden alındığı bir vasatta düşünceye ‘küçük bilimler’ hâkim olmuştu. Felsefenin soyluluğu yerini soyluluğun felsefesine terk etmişti. Schopenhauer ve Nietzsche bu akımın sözcülüğüne soyunacaklar ve Hegel’i en büyük hasım sayacaklardı. Kant ve Hegel’in ellerinde felsefe her şeye yukarıdan bakmanın, çıplak gözle görmenin bir aracıydı. Felsefe aklın kılavuzluğunda yükseklere yol almanın adıydı. Bugün bile felsefeyle uğraşanlara böyle bakılmaz mı? Artık dünya gailelerini bir yana bırakmış ve daha kapsamlı sorular sormaya başlamış biri denmez mi? Felsefeden yoksunluk olgulara sıkışmışlık demekti. Olguların meydana gelişini, aralarındaki ilişkiyi bilim sorgulardı, buradan da bilimsel sonuçlara ulaşırdı. Felsefe ise olgularla bu düzeyde bir ilişki kurmazdı. Olgulara yukarıdan, kuş bakışı göz gezdirirdi.
Bilimin felsefeyi yerinden etmesi eleştirel düşünceyi zayıf bıraktı. Bilim güvenilir tek kılavuz kabul edilince onun yol gösterileceğine inanmaktan başka bir çıkış yolu kalmıyordu. Artık kendimizi tarih yapan-yapabilen özneler olmaktan çıkarmamız, bütünüyle bilimin buyruğuna girmemiz gerekiyordu. Madem bilim ilerlemenin kılavuzluğunu üstlenmişti yapmamız gerekli tek iş ona kendimizi uydurmaktı. Hâkim sınıfların elinde bilim ilerlemenin katalizörüydü ve birgün yaşanılan tüm eziyetlere son verecek tılsımdı. Bilim hayata geçirildikçe yaratacağı zenginlikten herkes payını alacaktı. Bilimin pratik yansıması olan teknoloji mükemmelleştikçe çelişkiler ortadan kalkacaktı. Marksizmin bir bilim sayılması tilmizleri üzerinde benzer etkiler doğurmuştu. Örgütlü ve disiplinli işçiler toplumda çoğunluğu oluşturacaklar ya seçimler yoluyla ya da kapitalizmin devrevi krizlerinin sonucu olarak kendiliğinde iktidara geleceklerdi. O gün gelinceye kadar partilere düşen görev işleri kolaylaştırmaktan ibaretti. Bununla da kalmayacaklar ‘hakikat anı’ gelip çattığında söylediklerine sadakatleri kâğıt üzerinde kalacaktı. Lenin ve Roza bile ihanetin farkına ancak ‘hakikat anı’ gelip çattığında varabilmişlerdi. Ancak, Marksizm’in soğuk akıntısına değil sıcak akıntısına kendini bırakanlar nesnelci, ‘küçük bilim’ci bu söylemin ihanetinin farkına çok erken varmışlardı.