Siyaseti Ak Parti'nin başarı ya da başarısızlıkları üzerinden değerlendiren; politikalarını seçimler ve seçmen eğilimleriyle, siyasi parti ve ittifakların belirleyiciliğinde oluşturan, medyaya, akademiye, sivil topluma nüfuz etmiş bir hegemonya ile karşı karşıyayız.
Bu yaklaşımın varlık amacı, uzatmaları oynadığı dünyanın her yerinde tescillenen neoliberalizmi perdelemek, demokrasi, eşitlik, özgürlük ve hak arayışlarını gündelik olaylar ve bunların etrafında gelişen etki-tepki döngüsüne sıkıştırarak tüm iktisadi ilişkilerden soyutlamak; olayları ve olguları makro düzeyde analiz edilebilir olmaktan çıkartıp sorunların kaynağına ulaşılmasına engel olmaktan fazlası değil.
Siyasetin güç merkezini, devlet aygıtını ve bunu kimin nasıl kontrol ettiğini sorgulamadan, gelişmeleri yalnızca Erdoğan ve saray üzerinden okuyarak yapılan siyaset, doğal olarak yaşananları ve sonuçlarını ittifaklar, partiler, siyasi kutuplar zemininde olup bitenlerde arayan bir siyasi anlayış doğuruyor.
Bu, halkın siyasete katılımını oy hakkına indirgeyen, muhalefetin işlevini de iktidarın alanını daraltıp/daraltmamak üzerinden değerlendiren, günlük siyasete ve gündelik olaylara sıkışmış, işlevsiz, dişsiz, 'aman ağzımızın tadı kaçmasın Ali Rıza Bey' tadında bir siyasi anlayış. Bu anlayış bilinçli bir tercih değilse eğer, çaresizliktir.
Acınası bir durumun neden bilinçli bir tercih olabileceğini ise yazıp çiziyoruz. Tüm dünyada, özellikle Türkiye'de, kitlelere sirayet etmiş derin bir bıkkınlık, bezginlik, çaresizlik hali var.
Yüzyıllarca dünyanın tüm kaynaklarını sömüren, bu kaynaklarla en azından kendi vatandaşlarına asgari bir refah devleti sunmayı başarabilmiş olan gelişmiş ülkelerde bile, büyüyen ekonomilere rağmen en zengin %1'lik kesim dışındaki vatandaşların gerçek gelirleri on yıldan uzun bir süredir düşüş gösteriyor. İçinde yaşadıkları refah devleti illüzyonu kaybolan kitleler ise aradıkları çıkışı bir türlü bulamıyorlar. Zira bahsettiğim bu işlevsiz, gündelik olaylara sıkışmış olan 'aman ağzımızın tadı kaçmasın' siyaseti Türkiye'ye özgü değil. Aksine, tüm dünyada merkez sağ ve sol partilerin birbirinin karbon kopyası olması asla bir tesadüf değil.
Bu gündelik olaylarla sınırlanmış etki-tepki siyaseti hem iktidarın gerçek sahiplerini ve niteliğini gizliyor, hem de bu sözde iktidarın karşısında konumlananlara Orhan Gökdemir'in son yazısında işlediği 'vesika' meselesindeki gibi, hiç hak etmedikleri halde bir muhalefet 'vesikası' veriyor.
Bu 'vesika' sahipleri de iktidar üzerinden düzene karşı ortaya çıkan tepkiyi günlük olaylara ve aktörlere karşı kontrol edilebilir bir öfkeye dönüştürüp, 'bu kadar da olmaz ama' sönümlemesine tabi tutarak düzen içinde eritiyorlar.
Kadın cinayetleri, çocuk istismarı, vergi adaletsizliği, yolsuzluk, adam kayırmacılık, artan gıda fiyatları, esnafın dertleri, çiftçinin dertleri, atanamayan öğretmenlerin dertleri, hasbelkader atanabilmiş öğretmenlerin dertleri, yargı bağımsızlığı, icra dosyalarının sayısı vesaire vesaire... derken insanların bireysel olarak bir oraya bir buraya doğru bağırıp çağırmaya teşvik edildiği, ancak bu bezgin kitlelerin önüne düşüp gerçek bir değişime öncülük etmeyi bırakın, bıkkınlıklarının toplumsal bir harekete dönüşmesine bizatihi engel olunan vesikalı muhalifliğe hoşgeldiniz!
Kadınların hayat sigortası anlamına gelen İstanbul Sözleşmesi'ni bile koruyamayan, merdiven altı Kuran kurslarında, tarikat yuvalarında çocukların taciz ve tecavüz edilmesine karşı toplumun çığlığını arkasına alarak bunlara karşı en ağır yaptırımların hayata geçirilmesini sağlayamayan, her yıl binlerce insanın iş cinayetlerinde yaşamını yitirmesini duymayan, görmeyen, onlara ses olamayarak en temel hak olan yaşam hakkını bile koruyup, savunamayanların muhalefet 'vesikası' nerede geçerli acaba?
Gelir adaletsizliğinin, yoksulluğun, toplumsal düzenin bozulmasının nedenleri ve sonuçları üzerine konuşmamak, yaşanılan sefaletin kaynağını belirsizleştiriyor. Ortaya saçılanları da 'kötü yönetim', 'yolsuzluk', 'israf' gibi ahlaki değerler üzerine oturtuyor ve belirli bir alana hapsediyor.
Böylelikle, sömürü mekanizmasını elinde tutanlar hedeften çıkartılıyor, biriken sorunlar üzerinden ortaya çıkan toplumsal değişim arayışları ise gerçekten bir değişime önayak olabilecek tek kurum olan siyasetin gündeminden düşürülerek dernek, vakıf gibi 'sivil organizasyonlara' havale ediliyor.
İnsanların 'gerçek' sorunları siyasetin dışına başarılı bir şekilde taşınıp sivil topluma ya da özerk kurumlara havale edildikten sonra ise işsizlik, açlık, yoksullukla boğuşan on milyonlarca insan etnik gerginlikler, mezhep çatışmaları, parti kapatma, Gergerlioğlu'nun milletvekilliğinin düşürülmesi, İstanbul Sözleşmesi'nin feshedilmesi, Merkez Bankası'nın üç günde bir değişen başkanı düzeyindeki orta oyunlarına figüran ediliyor. Sahne ve dekor aynı, oyunu bile değiştirmiyorlar; 40 yıldan bu yana aynı, kuru gürültü.
İşi piyasa ekonomisini korumak olan 'özerk' kurumlardan vatandaşların derdine derman olacak ekonomik reformlar, sivil toplum kuruluşlarından kadına şiddet sorununu çözmesini, Ferrero'dan fındık fiyatlarını yükseltmesini bekleyen sahibinden az kullanılmış liberal 'sol' partilerin toplumdan gelen bu değişim talebinin karşılığını vermesini beklemeyin.
Yapay gündemleri fırlatıp atacak, masanın üzerini temizleyerek insanların gerçek dertlerine yer açacak, kitlelerin çaresizliğini ve toplumda biriken potansiyel enerjiyi kinetik enerjiye, yani gerçek bir harekete çevirecek, toplumun önüne düşüp talep edilen değişimi gerçeğe dönüştürecek, siyaseti ve güç merkezini yeniden tarifleyen bir siyasi hat oluşturmalıyız.