Devlete endeksli siyaset yerine siyasetin devlete yıkılması da diyebilirdik. Bundan kastımız kamusal müzakerenin mekânı olarak bildiğimiz siyasal alanın boşalması, siyaset dediğimiz etkinliğin artık devlet içinde yapılabilmesidir. Devlete yıkılan siyaset ise bildiğimiz, alıştığımız siyaset değil başka bir şeydir. Çünkü siyaset açıklık, çok seslilik, iletişim, müzakere demektir. Siyaset devlet katlarına çekilmeye başladığı andan itibaren saydığımız özelliklerini kaybeder. Açıklık kapalı kapılar ardındaki pazarlıklara, çok seslilik monoloğa, iletişim halkla ilişkilere, müzakere yerini sağırlar diyaloğuna terk eder.
Günümüzde siyasetin devletin derinliklerine doğru çekilmesinin, siyasal alanın boşalmasının, stratejik meselelerde devlet tercihlerinin belirleyici olmasının sonuçlarını yaşıyoruz. Siyaset bilimcilerin otoriterleşme, yarışmacı otoriterlik diye izah ettikleri, ama tam anlamıyla kavramlaştırmakta sıkıntı yaşadıkları süreçte bunlardan bağımsız değil. Emeğin görünmezliği, toplumsal muhalefetin durgunluğu bildiğimiz anlamdaki siyasetin altını oyuyor. Siyasal partilerin toplumsal temsiliyetleri sekteye uğruyor. Toplumsal temsilden uzaklaşan siyaset sahiciliğini yitiriyor, ince mühendislik hesapları arasında nefessiz kalıyor.
Normalde siyasal partiler modern sınıfları temsil eder, toplumun tamamına seslenir, iktidarda olduğunda ise dayandığı sınıfın hassasiyetlerini gözetir. Modernlik; muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizm olmak üzere üç ana siyasal akım doğurmuştu. Siyasal partilerin siyasal haritadaki yerleri bu saydığımız akımlara olan uzaklık ve yakınlığa göre tayin edilirdi. Son kırk yılın hâkim yönetim teknolojisi neoliberalizm toplumsal yaşama postmodern durumu hâkim kıldı. Sosyalizmin ufuk çizgisinden uzaklaştığı postmodern durumda, ana siyasal akımlar arasındaki ayrımlar silikleşti, siyasal yaşama tek bir ideoloji hâkim oldu.
Siyasetsizlik yalnızca Türkiye’ye özgü bir eğilim değil. Küresel düzeninin içine girdiği türbülans devletleri siyasal alanı daraltma yönünde hamlelere zorluyor. Konumlarını korumak ve avantajlar elde etmek için daha saldırgan pozisyon almaya zorlanıyorlar. Küreselleşmenin hâkim olduğu 90’lı yıllarda devletin asli görevi sermayenin önüne çıkan engelleri temizlemekti. Devlet ile sermaye arasındaki dolayımlar kısalmıştı. Sermaye karşısındaki özerklik minimuma inmişti. Küresel kargaşa çağına adım attığımız andan bu yana devletin göreli özerkliği artıyor.
Devlet sermaye adına birçok işlevi yerine getirir. Asıl görevi ise sermaye birikimini güvenceye almaktır. Sermaye namına, birikim rejiminin kazasız belasız çalışmasını sağlamak öncelikli işidir. Sermayenin krizinin çözülemediği bir dünyada pazar kavgaları kızışmaya, uluslararası ilişkiler gerilmeye, küresel türbülanslar sıklaşmaya başlar. Rekabetin sertleşmesi, kaynak krizlerinin çoğalması, bölgeselleşme eğilimleri ekstra yükler bindirir. Böylesi koşullara hazırlıklı girebilmek için siyasal alana müdahale edilir, yeniden düzenlemeler yapılır. ‘Milli güvenlikçi’ bakışa göre iç cepheyi sağlam tutmak öncelik kazanır. Bu sadece devletin değil genel olarak sermayenin de tercihidir.
Siyaset alanının darlığı şimdinin meselesi değildir. Neolibaralizm sermayenin krizden çıkış taarruzuydu. Bu saldırının hedefine emeğin kazanılmış hakları konmuştu. Emek güvencesizleştirilmeden, esnek çalışmaya razı edilmeden, taarruzun amacına ulaşması mümkün değildi. Bu bildiğimiz anlamda bir sınıf savaşlarıydı. Sınıfların ortadan kalktığının ilan edilirken sermaye emeğe karşı tarihinin en ağır saldırısını başlatmıştı. Sermayenin tek bir programı vardı alternatiflere tahammülü yoktu. Sermaye emeği tam anlamıyla kendine bağımlı kılmadan, dünya görüşünü kabul ettirmeden krizi atlatamayacağına inanıyordu.
Emeğin kurtuluşuna dayalı bir dünya görüşü olan sosyalizmin yenilgisi tarihsel bir dönemin kapanması demekti. Bu yenilgi emeği daha da savunmasız kıldı. Emeğin kazanımları, sınıf mücadeleleri ile sosyalizmin nesnel varlığının bir sonucuydu. Sermayenin krizden çıkış stratejisi siyasal alana tek bir programı dayatıyordu. Bu programı kabullenmeyen partilerin iktidar alternatifi olabilmeleri zordu. İktidar olduklarında ve sermayenin programını uygulamaya başladıklarında ise toplumsal bir dirençle karşılaşıyorlardı.
Sermayenin programı ile hareket eden sosyal demokrat partiler tabanlarını hızla kaybediyordu. İngiliz İşçi Partisi uzun bocalamalardan sonra Blair döneminde sermayenin neoliberal programını kabul etti. 80’li yılların hemen başındaki büyük madenciler grevinin yenilgi ile sonlanması muhafazakâr siyasetin bir zaferiydi. Çünkü madenciler İngiliz işçi sınıfının en örgütlü bölmesini oluşturdukları gibi İşçi Partisi’nin ardındaki en önemli güçtü de. Bu yenilginin sonuçları hem işçiler hem de parti açısından çok ağır oldu. Artarda yapılan lider değişikliklerine rağmen parti yenilginin travmasını üzerinden atamadı. Blair, Thatcher’in programını uygulamayı, partiyi yeni orta sınıflara açmayı kabul ederek iktidara geldi. Üçüncü yol politikaları partiyi emek dayanmaktan kurtarmayı, geleneksel sağ sol politik saflaşmasından uzaklaştırmayı, yeni orta sınıfları açılmayı hedefliyordu. Uluslararası ilişkilerde izlenen barışçı çizgi terk ediliyor Blair Bushların ‘fino köpeği’ olmaya soyunuyordu. Bu benzetme uluslararası düzeyde tanınmış eylemci ve yazar Tarık Ali’ye aitti. Blair, İşçi Partisini iktidar yapmış, ama uyguladığı politikaların partinin geleneksel çizgisi ile bir ilgisi kalmamıştı. Blair’in akıbetini diğer sosyal demokratlar da yaşadı. Sermayenin programını işçilere dayatmak bu partileri her yerde iflasa sürükledi. Kısa süreli iktidarların akıbeti bir daha iktidar olamamaktı.
Sermayenin krizden çıkmak için hayata geçirmek istediği programın ilk adımları Türkiye’de 24 Ocak kararlarıyla beraber atıldı. Bu programa emeğin örgütlü gücünün rıza göstermeyeceğini sermaye çevreleri biliyordu. 12 Eylül bu programı hayata geçirmek ve emeğin direncini kırmak için yapıldı. Halit Narin’in dediği oldu; işçilerin değil artık sermayenin yüzü gülmeye başlamıştı. Askeri diktatörlük döneminde emek kazandığı mevzilerden sürülse de sermayenin gücü onu tam anlamıyla yenilgiye uğratmaya yetmedi. 80’li yılların sonuna doğru toparlanmaya kaybettiklerini telafi etmeye başladı. Sermaye ve hükümetleri 90’larda da emeğin bileğini bükemedi. İktidara gelen bütün hükümetlerin önceliği özelleştirmelere hız vermekti, ama bu konuda bir arpa boyu yol alamadılar. Emeğin etrafında toparlanan toplumsal muhalefet sermaye saldırılarına kolay geçit vermiyordu. IMF politikaları ile toplumsal muhalefetin direnci arasında tercihe zorlanan hükümetlerin ömrü uzun olamıyordu. Sermayenin dayatmalarını kabul ettirmekte zorlanan iktidarlar yıpranıyor, seçimlerde yenilgi ile çıkarak iktidarı terk etmek zorunda kalıyorlardı.
Siyasal istikrarsızlığın nedeni sermaye politikalarına karşı gösterilen dirençti. Siyasal iktidarlar hegemonya tesis etmekte zorlanıyordu. Emeği ve sermayenin tüm fraksiyonlarını tek bir siyasal program altında bir araya getirecek bir iktidar konfigürasyonu ortaya çıkamıyordu. Siyasal istikrarsızlığın nedeni partilerin bencilliği, liderlerin kaprisi değildi. Sermaye programını hayata geçirecek ve tüm toplumu buna kabul ettirecek koşulların bir türlü olgunlaşmamasıydı. Toplumsal muhalefetin sokakta sergilediği fiili ve meşru mücadele bunun önündeki en büyük engeldi. Fiili ve meşru mücadele çizgisi bir yandan da yüksek enflasyonun doğurduğu hak kayıplarını telafi etmenin panzehriydi. Siyasal partiler neoliberal programı hayata geçirmekte bir çıkmaz yaşıyordu. Emeğin örgütlü gücü ile toplumsal muhalefetin direnci bunun önündeki en büyük engeldi.
AKP sermayenin yaşadığı tüm bu problemleri çözmek için yola çıktı. Program, Derviş tarafından bir iktisadi yıkımın akabinde yazılmaya başlanmıştı. 24 Ocak’da başlanan ve askeri diktatörlük koşullarında dahi tamamlanamayan programı hayata geçirmek için sayısız iktidar gelmiş gitmiş, fakat tam muvaffak olunamamıştı. Toplumsal muhalefet her defasında ayağa kalkmasını becermiş, kayıplarını telafi etmişti. Toplumsal muhalefetin kökünü kazıma, sermaye programına içererek etkisiz hale getirme işini AKP üstlendi. Bu konuda ona başta liberal intelijensiya olmak üzere herkes yardımcı oldu. En son Kızılay’ı işgal eden ve aylarca çadırlarda direnen Tekel işçilerinin yenilgisi ile toplumsal muhalefetin üzerine ölü toprağı atılmış oldu. Sonrasında Gezi başta olmak üzere önemli deneyimler yaşanmış olsa da Tekel direnişi toplumsal muhalefetin emeğin etrafındaki son derlenişiydi. Diğer işçi eylemlilikleri ne bu ölçüde bir toplumsal seferberlik yaratabildi ne de iktidarla bu ölçüde karşı karşıya geldi. Toplumsal muhalefetin yokluğunda, siyasal alan üzerindeki toplumsal basınç kalktı. Siyasal alanı hizaya getirecek bir toplumsal muhalefetin yokluğu siyasetin devlete doğru yıkılmasına hız verdi.