Sivil toplumcu yaklaşım siyasal bir tavır olarak devletle toplum arasındaki karşıtlığı esas alır. Devlet toplumun üzerinde yükselen bir güç olarak eline geçirdiği iktidarı toplumu iğdiş etmek için kullanır. Toplumsal ilişkiler dünyası sivil toplumcu anlayışta çelişkilerden yoksun biçimde değerlendirilir. Toplumsal enerjiyi soğuran bir kurum olarak devletin toplumsal ile olan bağları görmezden gelinir. Devlet kötülüğün kaynağı olarak telakki edilirken toplumsal yaşama kendiliğinden demokratik özellikler atfedilir.
Sivil toplumcu yaklaşımın devlete ve topluma yaklaşımı anarşizm ile liberalizm arasında salınır. Anarşizm devletin doğrudan kaldırılmasını hedefler. Liberalizm ise mümkün olduğunca az devletten yanadır. Sivil toplumcu yaklaşımlar en nihayetinde ya birine ya da ötekine doğru meylederler. Türkiye'de sivil toplumcu yaklaşımlar başlangıçtaki hedeflerinden her gün biraz daha uzaklaşarak son tahlilde liberalizmin değişik varyantları etrafında kümelenmişlerdir. Devletin ve toplumun sınıflardan yalıtık bir okumasının varacağı yerin liberal anlatı olması da olağandır.
Sivil toplumcu yaklaşımlar başlangıçta Türkiye toplumunu ve geçmişini daha iyi anlayabilmek için kavrama tutunmuşlardı. Kapitalizm ilk önce neden Batı'da doğmuştu. Hangi tarihsel şartlar başka yerlerde değil de dünyanın çok sınırlı bir coğrafyasında kapitalizmin gelişmesine elverişli koşulları yaratmıştı. Batı ile dünyanın geri kalanını bu anlamda farklılaştıran dinamikler nelerdi? Japonya hariç dünyanın geri kalanında kapitalist ilişkiler neden içsel dinamiklerle değilde doğrudan işgal veya emperyalist bağımlılık üzerinden gerçekleşmişti. Ciddi tarihçiler mukayeseli tarih okumaları sırasında Batı'nın Roma'nın yıkılışından itibaren yaklaşık 1000 yıl boyunca merkezi iktidardan uzak biçimde yaşadığını tespit etmişlerdi. Aradaki çok kısa süren Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu hariç Batı merkezi iktidarların, İmparatorlukların bulunmadığı uzun bir dönem geçirmişti. Batı derken kastımız bugünkü anlamda Kuzey Amerika'yı ve Kanada'yı da içine alan bir Batı değil daha çok Batı Avrupa ile sınırlı bir coğrafya olduğunu da belirtelim. Bu dönem Roma Katolik Kilisesi hariç merkezi kurumlaşmalardan da yoksundu. Yüzlerce prenslik birbirinden dağınık ve kopuk biçimde bir arada yaşıyordu. Her birinin iktidar alanı etrafı surlarla çevrili burglar ve şatolarla sınırlıydı.
Geri kalan dünyada ise merkezi iktidarlar ve büyük imparatorluklar vardı. Büyük imparatorlukların her biri ayrı bir medeniyeti temsil ediyordu. Çin, Hint, Bizans, Arap, Moğol, Pers ve en son tarihe giren Türk İmparatorlukları merkezi büyük imparatorluklardı. Doğu veya Şark kısaca dünyanın geri kalanındaki siyasal ve toplumsal yapılar bundan ibaretti. İktidar merkezileşmiş ve toplumsal ihtiyaçların karşılanabilmesi için de merkezi, büyük yapılara ihtiyaç vardı. Marx doğudaki bu yapının toplumsal zaruretlerin sonucu olduğunu söylüyordu. Tarımın yapılabilmesi için büyük sulama kanallarına ihtiyaç vardı ve devlet organizasyonları olmadan bunun başarılabilmesi mümkün değildi. Mısır ve Mezopotamya'da kurulmuş devlet yapıları bu ihtiyaçları karşılamak için doğmuştu. Arazi yapısı, coğrafi şartlar ve toplumsal ihtiyaçlar merkezi, büyük organizasyonları gerektiriyordu. Kurulan bu yapılar asgari ihtiyaçları karşıladıktan sonra toplumun üzerinde asalak bir ur gibi bir hayat sürüyorlardı. Sınıflaşmayı engellemek için toprakta özel mülkiyete izin vermiyorlar, tüccar sınıfının servet birikimini her defasında frenliyor veya müsadere ediyorlardı. Devlet ile toplum arasında her hangi bir aracı kurumun ortaya çıkmasına da izin verilmiyordu. Din dahi devletin denetim ve kontrolündeydi. Hem Bizans'ta hem de Osmanlı'da Patrikhane ve Şeyhülislamlık devletten bağımsız bir otoriteyi temsil etmiyordu. Her ikisi de devletin memuruydu ve örfi hukuk daima dinsel hukukun önündeydi. Marx sonradan 150 defteri bulan etnoloji araştırmaları sonucunda şu yargıya varıyordu; ' devlet doğuda her şeydir. ' Devletin her şey olduğu yerde tabiatıyla sivil toplumda hiçbir şey olur.
İşte bu karşılaştırmalı tarihten Batı'da kapitalizmin gelişimine ilişkin sonuçlara ulaşıldı. Kapitalizm merkezi iktidarın olmadığı, toprakta özel mülkiyetin bulunduğu ve servet birikimini engelleyebilecek kadar güçlü devlet sınıfları bulunmadığı için Batı'da gelişebilmişti. Batı'nın başlangıçtaki talihsizliği sonradan bir fırsata dönüşmüştü. Birbirinden bağımsız kentler arasında malların değiş tokuşu üzerinden servet biriktiren tüccarlar sonradan üretime de geçerek kapitalist sınıfa dönüşmüşlerdi. Topraktaki özel mülkiyet yoksullaşan köylüleri emek-güçlerini satmak için kentlere doğru sürüklemişti. Mezhepler arasındaki savaş Roma Katolik Kilisesine karşı özgür fikirlerin doğmasına elverişli şartlar sağlamıştı. Üniversiteler, kulüpler, zanaatkar loncaları, sanatçı ve düşünürleri himaye eden soylular ve burjuvalar devlet ile toplum arasındaki aracı kurumları yani sivil toplumu oluşturuyorlardı.
Batı'da olan şeyin doğudaki yokluğu sivil topluma olan ilgi ve merakı kışkırtıyordu. Batı'nın gelişiminin, demokrasinin yerleşikliğinin kaynağı son tahlilde hep sivil toplum ile açıklanıyordu. Doğunun tarihi aslında bir yokluklar tarihiydi. Devlet kendisi dışında hiçbir şeyin gelişimine izin vermiyordu. Demokrasinin sağlam güvencelere kavuşturulması, hukuk devletinin yerleşikleşmesi için devletin dışında aracı kurumlara ve onların güçlendirilmesine ihtiyaç vardı.
Türkiye'deki sivil toplum merakının gerisinde bu tür tarih okumaları vardı.