Sivil toplum kavramı İskoç Aydınlanmacılarına ait bir kavramdır. Adam Smith'i de dahil edebileceğimiz bu düşünürler topluluğu gelişen burjuva toplumunun anatomisini çıkartmak için ilk girişimde bulunan grup olarak da bilinir. İngiliz kapitalizminin gelişimi daha erken başladığı için Adalı olan bu düşünürlerin kapitalist toplumu anlama girişimlerini de doğal kabul etmek gereklidir. Zaten ilk ekonomi politikçiler yani siyasal iktisadın kurucuları da aralarından çıkmıştı.
Kavramın felsefi bir içerik kazanmasını Hegel'e borçluyuz. Alman İdealizminin bu eşsiz düşünürü ' Hukuk Felsefesinin Prensipleri ' isimli eserinde kavrama bilinen yaygın ilk anlamını yükledi. Hegel'e göre sivil toplum burjuva toplumunun kendisiydi. Mahremiyetin yani ailenin yani özel hayatın dışındaki alan ile devlet arasındaki tüm alanı kapsıyordu. Sivil toplum her bir üyesinin kendi çıkarlarını azamileştirmek için kıyasıya rekabete girdiği bir alandı. Hegel'i kendinden önceki tüm düşünürlerden ayıran en temel özelliklerinden birisi sivil toplumun bu çatışmacı yanını erken fark etmiş olması ve başka bir kerteye yükselerek de olsa aşma çabasıydı. Sivil toplumun çıkarların, menfaatlerin, kar isteğinin alanı olduğunu bilen düşünürün tek derdi özgürlüğe bir alan açmaktı. Sivil toplumun unsurları meslek loncaları korporasyonlar aracılığıyla burjuva parlamentosuna temsilcilerini gönderecekti. Egemenin danışma organından daha fazla bir yetkiye sahip olmayan temsilciler kendi tikel, bencil çıkarlarının sözcülüğünü yapacaklardı. Tümel yani evrensel olanı ise sivil toplumun dışında kalan bürokrasi ve aydınlanmış kral temsil edecekti.
Marx'ın gençlik yazılarından olan ' Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı ' işte Hegel'in bu çalışmasının incelenmesine hasredilmiştir. Marx Hegel'e ait tüm kavramları sınıfsal bir eleştiriden geçirir. Henüz kurtarıcı özneye dair somut şeyler söylemese de devletin sınıfsal belirlenimini fark etmiştir. Devletin ve bürokrasinin ne evrenseli ne de özgürlüğü asla temsil edemeyeceğini söyler. Ama sivil toplumun tıpkı Hegel'in dediği gibi burjuva toplumun ta kendisi olduğundan zerre şüphe etmez. Sivil toplum burjuva toplum olmakla birlikte ayrıca sınıflara bölünmüştür. Hegel'in özel çıkarlar gördüğü yerde Marx nesnel olarak oluşmuş sınıfları incelemeye başlar.
Uzun süre Hegel-Marx çizgisinde şekillenen sivil toplum kavramındaki asıl anlam kayması Gramsci ile birlikte yeni bir içeriğe kavuşur. Gramsci'nin derdi gelişmiş kapitalist ülkelerdeki siyasal mücadelenin yeni aletlerini üretmekti. Batı Avrupa devrimlerinin yenilgisi Gramsci'yi Bolşevik ayaklanma modeli ile siyasal iktidarın fethinin mümkün olmadığına ikna etmişti. Marx'ın ' Şarkta devlet her şey sivil toplum hiçbir şeydirdir ' değerlendirmesini kerteriz alan Gramsci Batı toplumlarında asıl gücün sivil toplumda toplandığı sonucuna ulaşmıştı. Sivil toplum fethedilmeden, orada kalıcı bir hegemonya tesis edilmeden siyasal iktidarın alınabilmesi mümkün değildi. Bundan dolayı askeri terminolojiye başvurarak Doğuda manevra savaşlarının Batıda ise cephe savaşlarının söz konusu olduğunu söylemişti. Batıdaki cephe savaşları uzun sürecek bir yıpratma savaşını göze almayı gerektiriyordu. Marx'da Hegelci içeriğine uygun olarak burjuva toplum ile özdeşleşen sivil toplum daralarak rıza imalatının gerçekleştiği kurumlara doğru geriliyordu. Sendikalar, kiliseler, okullar, basın yayın faaliyetleri sivil toplumun sinir merkezleriydi. Siyasi iktidara giden uzun ince yol bu kurumların içinde tesis edilecek hegemonyadan geçiyordu. Bu nedenlerle siyasal üst yapının alınması için öncelikle sivil toplumun kuşatılması gerekiyordu.
Siyasal iktidar stratejisi üzerine bütün bir yirminci yüzyıl dahil en incelikli analizlerin Gramsci tarafından yapıldığını söylemek mümkündür. Lenin çarlık Rusya'sının bir otokrasi olduğu gerçeğini hiç bir zaman unutmamıştı. Bir otokrasi olan Çarlık toprak sahipleri ile büyük burjuvaların ittifakı üzerinden egemenliğini sürdürüyordu. Ancak devlet cihazının tüm işleyiş biçimi burjuva demokrasisinden zerrece nasiplenmiyor ve Çarlığın köhne, baskıcı ve hantal işleyişinden tavize yanaşmıyordu. Bu nedenlerle Lenin sivil toplumun esamesinin okunmadığı Çarlık Rusya'sında tüm mücadele biçimlerini birbirine teğelleyebilen ve asıl olarak devrimci örgüte yaslanan bir iktidar stratejisi çıkarmıştı. Lenin ile Gramsci arasında böylesi bir esaslı farklılık vardı. Lenin Batı Avrupa devrimlerinin yenilgisini görmüş, Bolşevik devrimine özenen sol sapmalara elinden geldiğince müdahale etmeye çalışmış ise de okumaları hiç bir zaman Gramsci'deki kapsayıcılığa ulaşamamıştı. Lenin meseleyi daha çok örgüt ve taktik sorunsalı olarak görürken Gramsci bir kavramlar seti ile meseleye yaklaşıyordu.
Gramsci'nin bu yetkin analizleri de her düşünürün fikri mirasının yaşadığı sıkıntılardan geçti. Onu soldan okuyanlar olduğu gibi sağdan okuyanlar da oldu. 70'li yıllarda proletarya diktatörlüğünden vazgeçtiklerini ilan eden Avrupa'nın Komünist Partileri Gramsci'den destek alıyorlardı. Siyasal mücadele sivil toplumda cereyan ettiğine göre tüm taktik ve stratejilerin bu gerçekliğe göre tanzimi gerekliydi. Sivil toplumda hegemonya ancak toplumun çoğunluğunun rızasını devşirmekle mümkün olduğuna göre kilise ile bir tür uzlaşmaya ihtiyaç vardı. Halbuki Gramsci'de rıza üretimi zordan, şiddetten, baskıdan yalıtık değildi. Sivil topluma yoğunlaşmak iktidar mücadelesinden kaçmanın gerekçesi olamazdı.
Tarikat ve cemaatlerin sivil toplum örgütü olarak kanıksandığı Türkiye'de meseleyi tartışmak için böyle bir girişe ihtiyaç olduğunu düşündük.