Seçim, bir ülkenin demokratik olgunluğunun en önemli göstergelerden biridir. 14 Mayıs seçimlerinde bunu bir kez daha anlamış olduk. Seçimler, demokrasilerin olmazsa olmazıdır. Belli sürelerde yapılan seçimler, zaman zaman çıkmaza giren demokrasilerin de kurtarıcısı olarak görülür. Halk, memnuniyetini ya da şikâyetini seçimlerde ortaya koyar. Yetkiyi alan siyasi parti de halkın isteklerini göz önüne alarak ülkeyi yönetmeye başlar. Buraya kadar seçimlerin ve siyasi partilerin amacını kabaca belirtmiş oldum.
Peki, ülkemizde durum böyle mi oluyor?
Osmanlı’yı da kapsayan en uzun süre görev yapan padişah, başbakan ya da cumhurbaşkanı sıralaması yapsak Sayın Erdoğan ilk on içinde kendine rahatlıkla yer bulur.
Peki, nedir bunun sırrı?
Ülkeyi çok mu iyi yönetiyor ya da bu konuda şerbetli mi?
İkinci olasılık işin esprisi elbette. Birinci olasılık ise tartışılır. Yani iyi yönettiği dönemler olsa da başarısız olduğu süre daha ağır basar diyebiliriz.
Sorulara devam edelim.
Başarısız olduğu hâlde nasıl oluyor da yirmi iki yıldır her seçimi önde bitiriyor?
Halkını iyi tanıdığı için.
Bu kez de diğer liderler halkını tanımıyor mu sorusu aklımıza takılarak bizi kışkırtıyor.
Tanıyorlar tanımasına ama onların bir kısmı halkı dönüştürmek isterken bir kısmı da AKP’nin taklitçisi, yani muhafazakâr olmak istiyor.
Türkiye muhafazakâr bir toplum yapısına sahip. Seçmenin yaklaşık yüzde altmış beşi milliyetçi-muhafazakâr olunca sosyal demokratların seçim kazanması zorlaşıyor.
Peki, muhalefet ne yapmalı da seçimi kazanabilmeli?
Toplumsal dönüşümler bugünden yarına gerçekleşmiyor. Takım tutar gibi siyasi parti tutuyoruz. Analitik düşünemiyoruz. Yani toplum olarak neden-sonuç ilişkisi kuramıyor, olanları sağlıklı bir biçimde değerlendiremiyoruz. Belli kalıpların dışına çıkamıyor, mahalle baskısından kurtulamıyoruz. Bu öyle bir ruh hâli ki arkasında binlerce yıllık bir kültürün etkisi kale gibi duruyor. Atasözlerimizde bile bu anlayışın izlerini açıkça görüyoruz:
Sürüden ayrılanı kurt kapar, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar gibi atasözleri de bu kültürü beslemektedir.
Bu korkuyu besleyen önemli bir konu da beka meselesidir. İktidar bu yüzden güvenlik politikası gütmekte ve toplumu bir korku iklimine sürüklemektedir. Öylesine bir korku ki tüm Avrupa, Amerika gözünü topraklarımıza dikmiş, her an saldırıya geçeceklermiş gibi fırsat kollamaktadır. Her konuda ortak ilişki kurmaktan çekinmediğimiz bu ülkeler, nedense bize karşı iflah olmaz bir düşmanlık beslemektedirler. Öyle ki şu düşünce birçoğumuzun beynine kazınmıştır: Üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla (hainlerle) çevrili bir ülkeyiz.
Öyleyse gelsin İHA’lar, SİHA’lar, gitsin Hürkuş’lar, Kaan’lar. Salınsın bir uçtan bir uca Altay’lar Kaplan’lar, Bayraktar’lar…
Bu alandaki büyük güç gösterisi seçmeni coşturuyor ve desteğini alıyor.
Muhalefetin bu konuda yapılanları desteklemekten başka elinden bir şey gelmiyor.
Halkın kendiliğinden değişmesi ve dönüşmesi için biraz daha çile çekmesi, bıçağın kemiğe dayanması gerekiyor. Din, vatan, bayrak hamasetinin karın doyurmadığını sonunda anlayacaktır. Muhalefet de farkındalığı hızlandırmak ve bu algıların etkisini kırmak için pes etmeden daha çok çaba sarf etmelidir.
Yüzde otuz-otuz beş oranındaki sosyal demokrat ve Kürt muhalefet oyları, iktidarı değiştirmeye yetmiyor. Seçimleri kazanmak için üç yıldır oluşturulmaya çalışılan bir oluşum vardı: Millet İttifakı.
Bu ittifakın ana bileşenleri CHP ve İYİ Parti olurken daha muhafazakâr küçük partiler de kendilerini bu ittifakta konumlandırdılar. Bu ittifakın amacı, iktidarı oluşturan AKP ve MHP’den hoşnut olmayanları yanlarına çekmekti. Ülkemizin içine savrulduğu ekonomik kriz, muhalefetin bu kez başarılı olacağı tezini destekliyordu.
Son seçimde muhalefetin seçimi açık ara kazanacağı düşünülüyordu. Ama öyle olmadı.
Muhafazakâr küçük partiler de oylarını bir türlü artıramıyorlar. Çünkü iktidarı elinde tutan parti de muhafazakâr ve bunu da çok iyi kullanıyor. Gücü elinde bulunduran her zaman daha avantajlı olur. Biri yapacağım derken diğeri yapıyorum, yaptım demekte ve böylece daha etkili olmaktadır.
Uzun lafın kısası, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde toplumun sarıldığı iki ip vardır. Bu iki önemli kavram üzerinden toplumu medya gücüyle etkileyip yönetebilirsiniz. Bunlar din ve milliyetçiliktir. Din ve milliyetçilik kavramlarını iyi kullanan AKP ve destekçisi MHP, iktidarda şimdilik kalabiliyorlar.
İkinci turda muhalefet seçimi kaybederse yandı gülüm keten helva! Henüz zaman ve olanak varken bu fırsatı iyi değerlendirmeli, sandığa sahip çıkmalı ve yüzer gezer oyları toplayabilmelidir.
Yoksa gelecek günlerden endişe edenlerin duygularını tahmin edebiliyorum. Azeri şair Mirza Aliekber Tahirzade Sâbir de 19. yüzyılda yazdığı şiirle duygularımıza tercüman olmuş sanki.
AY BALAM
ay balam
tek başıma çıkirem men
dağlara bala dağlara
yangın-ı volkan görirem
cin görirem can görirem
mezerde hortlak görirem
bin türlü tufan görirem korkmirem
gul-i biyaban görirem
korkmirem bala korkmirem
ay balam
şafak vakti düşirem men
çöllere bala çöllere
kükremiş aslan görirem
kan yiyen sırtlan görirem
dalgalı umman görirem
cin görirem can görirem
bin türlü tufan görirem korkmirem
ay balam
bu korkmamazlığım ile
vallahi bala billahi bala tillahi bala
harda bir yobaz görirem
harda bir bağnaz görirem
harda bir softa görirem
harda bir molla görirem
korkirem
korkirem bala korkirem
kandan fikirlerinden
riyakâr zikirlerinden
korkirem
korkirem bala korkirem
Mirza Aliekber Tahirzade Sâbir